Monday, March 17, 2014

FETHULLAH GÜLEN ÖRGÜTÜNÜN BİLİNMEYEN YÖNLERİ



2013 Mayıs ayı sonu.
Yer; Bakü.
Bir toplantı var.
Katılımcılar Amerikan Kongresinden senatörler.
İsimleri mi?
Buyrun;
Ronald Young Maryland, Bölge 3
Devlet Delege Tawanna Gaines Maryland Bölge 22
Rida Cabanilla Hawaii, İlçe 41
Mark Takai, Hawaii, İlçe 33,
Senatör ve Başkan Pro Tem, Mary Kay Papen, New Mexico
Rep Nora Espinoza New Mexico Bölge 59
Cumhuriyeti Jim Bridenstine Oklahoma
Rep Ted Poe, Texas
Rep Gregory Meeks, New York
Sheila Jackson Lee, Texas
Mark Martin Arkansas Sekreteri
Rep Yvette Clarke (D) New York
Eski Senatör Richard Lugar, İndiana
Eski New Mexico Valisi Bill Richardson
Eski Temsilciler Meclisi John Sullivan, Oklohama
Russ Carnahan , Missouri
Dan Burton, İndiana
Michael MacMahon, New York
Mark White, Memphis
Senatör Stacey Campfield, Knoxville
Senatör Brian Kelsey, Germantown
Vance Dennis
Roger Kane
Antonio Parkinson
Tennessee Emniyet Komiseri Bill Gibson
Tennessee Emniyet Komiseri Yardımcısı David Purkey
Bunlar katılımcı 300 kişiden sadece bilinenleri. Amerikan kongresinden delegasyon seviyesinde ve senatör seviyesinde katılımlar oldu. Peki bunda anormal olan bir şey var mı?
Var!
Toplantıyı düzenleyen kim?
İşte anormal olan bu sorunun cevabı : Cemaatin ABD’deki Turkuaz Konsili!
Toplantı konusu ne?
ABD ve Azerbaycan’ın stratejik birlikteliği! Enerji başlıklı oturumlarla işlendi bu birliktelik!
Image
Kaynak : http://turkicamericanalliance.org/baku-hosts-azerbaijan-us-vision-for-future-convention/

Türkiye’de tam da gezi olaylarının başlamasından hemen önce bu toplantı gerçekleşiyor!
Bakın Ted Poe Beyaz Saraya seyahat katılım belgesini ibraz etmiş
Image

Belgede açıkca görülen Turkuaz Konsil ifadesi sanırım her şeyi açıklıyor.
Bu konferansın gerçekleşmesi için ABD’li katılımcılara para ödeniyor.
Konferansın maliyeti 1,5 Milyon $!
Cemaat bu kadar parayı ABD çıkarları için döküyor!
Ve ABD’ye de Kemal Öksüz üzerinden garanti veriyor!
Neyin garantisini ‘ajanlık veya lobi faaliyeti gerçekleştirmeyeceğinin‘ garantisini!
İşte belgesi :
 Image

Bu belge Turkuaz Konsil’e ait IRS 990 formunun bir kısmı!
Kemal Öksüz aracılığı ile cemaat ABD’ye garanti veriyor!
Burada da bir belge daha sunuyorum senato üyelerini Azerbaycan’a götürüp Türkiye’nin enerji politikalarına karşı ABD lobisi yaptıran cemaatin toplantısına katılan Jim Bridenstine‘nin ibraz ettiği belge.
 Image 
Azerbaycan’daki toplantıda ABD’nin enerji yolu üzerine giriştiği çıkar teorileri ortalıkta konuşulurken bir yandan da Türkiye’deki Gezi olayları izlendi.
Turkuaz konsül’in kendi sitesinde de bu konferanstan sonra gerçekleşen başka bir Azerbaycan oturumu görülüyor.
Ne var ki cemaatin Azerbaycan’a sızması bu toplantıların yanı sıra okulları üzerinden giriştiği siyasi faaliyetlerle de gerçekleşiyor.
Ne tesadüf ki Azerbaycan’da cemaat etkin hale gelirken İsrail’le olan Azerbaycan ilişkileri de nükleer enerji alış verişi üzerinde yoğun hale geliyordu.
Tüm bunlar olurken İsrail İran’a karşı nükleer yakın tehdit inşa sürecini askeri olarak da Azerbaycan’a taşıdı. Cemaatin Azerbaycan’da ilerlemesini sağlayan ve Aliyev ailesinin yakın çevresinden olan bakan Elmar Mamadyarov Nisan 2013^te İsrail’e gitti. Azerbaycan ve İsrail arasında bir bağlaşıklık imzalandı.
Bağlaşıklık İran’a karşı idi. Ama aynı anda ABD’nin Hazar enerji havzasına yönelikti.
İşte bu ayrımda da cemaat görevini konferansla yerine getirdi.
İsrail ile Azerbaycan askeri anlaşmalar da imzaladı.
Aşağıda bunlara bir iki örnek göreceksiniz.
 Image
 Image
Kaynak : http://www.globalpost.com/dispatch/news/regions/middle-east/121101/israeli-iran-azerbaijan-nuclear

Tüm bunlar olurken cemaat Azerbaycan’da enerji sektörü içine de farklı yollarla sızdı.
SOCAR ile okul anlaşması yapıyor ve ortak okul açma işine giriyorlardı. Zaten 2008 yılında da Aliağa’dan bir heyet ile SOCAR ziyaret edilmişti ve cemaatin Azerbaycan’daki okulları Çağ eğitim kurumları bununla çok ilgilenmişti.
Image
O kadar ki Çağ eğitim eski müdürü Enver Özeren PETKİM ile ilgileniyor ve bir yandan da Azerbaycan’daki oluşumu kontrol ediyordu. Bu sırada ise Süleyman Müftügil‘in “üçüncü şahıların çıkarına kurulmuş ve kendisinin 0 (sıfır) sermaye koyduğu firması” da Kazakistan’daki zorluklarına rağmen Azerbaycan’da boy gösteriyordu.
Peki bunların sonunda ne oldu?
Azerbaycan’da asker kökenli Aliyev ve komutanları İslam karşıtı hareketlerine hız verdiler!
Başörtüsü yasaklandı!
Image
Ses kaydında tebrik etmeye gidecekleri Azeri komutan ise daha Aralık ayında tekrar sertleştirilen İslam karşıtı kararlara imza atan biri. Bu kararları protesto eden Müslümanlara yüzyıllarca hapis verilen Azerbaycan’ın sömürgecilerinden!
Cemaat Azerbaycan’da ikili bir strateji izliyor uzun yıllardır.
İlki, ABD ve İsrail çıkarları için organizasyonlar gerçekleştirmek
İkincisi, İslam’ı özünden ayırıp Batının istediği düzleme sokma girişimlerini pratiğe dökmek
Bunları uygularken de maddi çıkar elde etmek ve Türkiye’nin enerji yolları savaşında Türkiye’yi bedava bir geçiş yolu olarak gören ülkelere yardımcı olmak! Mesela Azerbaycan’a gaz hattında Gürcistan’ı adres göstermek gibi!
Ve dahaları..
Cemaatin Azerbaycan’ın kurmay subayları ile olan ilişkisi tamamen bir İslam ve Türkiye düşmanlığı üzerine kurulu ortaklıktır. Hatırlarsanız Mavi Marmara olayından sonra Azerbaycan İsrail ile olan ilişkilerinin değişmeyeceğini açıklamıştı.
Çünkü onlara göre de otorite İsrail ve ABD, yoksa neden partilerinin lansman toplantısını İsrail’de yapsınlar ve İsrail Meclisi Azerbaycan bağımsızlık gününü kutlasın veya Washington’da Turkuaz Konsil, İsrail yetkilileri ve Azerbaycan elçisi neden bir araya gelip ‘bölgeyi’ konuşsun ki…

Yoldaş TÜSİAD ve Paralel Anarşizmin Münafıkları

Son bir iki haftadır ortalıktaki ekonomik fantezileri izleyip kimin ne dediğini masaya yatırınca çok garip şeyler karşımıza çıkıyor.
Bu süreçteki siyasal mülahazalara bakınca daha büyük gariplikler görüyoruz.
Dün yapılan TÜSİAD toplantısından gelen açıklamalar da bu garabete tuz biber oldu adeta. Muharrem Yılmaz Türkiye tükeniyor, dedi. Böyle bir ülkeye yabancı sermaye gelmez diye de ekledi.
Başbakan da gerekli cevabı verdi : Siz getirmediniz zaten!
Ne “tesadüf” ise artık, biz bunları 28 Şubat’ın TÜSİAD’ından da dinlemiştik.
Peki TÜSİAD kimin değirmenine su taşıyor?
Kime taşıdığı belli.
Nasıl taşıdığı ise çok manidar.
Yanı sıra bu ortamı siyasal olarak gerginleştirmeye çalışan cemaat medyasının koca koca profesör ve çok bilen yazarlarının siyasal kavramlarda geldikleri “paralel” nokta dikkat çekici!
Önce stratejisi için ilginç bir taktik izleyen sermayeye bakalım.

Marksist(!) Sermayenin Ekonomi-Politiği
Okuyanlar bilir, marksist literatürde bol bol kapitalizmin krizleri ifadesi geçer. Bu ifade marksist tekkenin ikinci babası olan Lenin’e taktiksel bir fikir vermiştir. Bu fikre göre devrimin gerçekleşmesi için kapitalizm krize itilmelidir. Zaten bu krizden sonra yaşamlarını sürdürmekte zorlanan kitleler vaat edilecek olan sosyalizme evet diyecektir. Bu taktik son günlerde ülkemizde uygulanıyor.
Lakin uygulayan sınıfta bir “terslik” var!
Dolar, faiz çığırtkanlıkları ile ekonomik kriz söylencelerini zorlayanlar sermayedarlar!
Bu sermaye yapıları çok uluslu şirketlerin Türkiye distribütörü olmakla ve geçmişte devletten kayırılmış birkaç KİT’in işletmeciliğini yapmakla malul.
Kasaları itibari ile sermaye olarak adlandırılsalar da aslında tamamen “küçük burjuva” buldumculuğundan ibaretler.
Bulunduğu ara form nedeniyle “nabza göre şerbet vermekte usta” olan küçük burjuvaların tüm özellikleri mevcut bizim sermayedarlarımızda. Duruma göre pozisyon alıp durmadan “yeni tercihlerde” bulunuyorlar.
Bugünkü tercihi tetikleyen 17 Aralık ve 25 Aralık operasyonlarının daha ilk yansımaları neydi?
Faizler yükselir, dolar fırlar, sermaye kaçar şeklinde “ekonomik felaket listesi” şeklindeydi.
Faiz direnci gösterildi. Ancak piyasa neye dayandığı belli olmayan “psikoloji” ile yüzdeleri biraz yukarı çekmeyi başardı. Bu sırada da faiz yükseltmeyen Merkez Bankası kıyasıya eleştirildi.
Ne dediler eleştirirken? Merkez Bankası bağımsızlığını yitirdi, dediler.
Neo-liberal saçmalıklar basit sorularla alaşağı edilebiliyor. Merkez Bankası konusunda “para psikiyatristi” buldumcuk sermayeye soralım : Merkez Bankası makro ekonomik ilerleme formunu neye göre belirler? Başına buyruk mudur? Yoksa beş yıllık veya daha uzun vadede hükümetlerin planlarına göre mi? Ya da şöyle soralım: Koalisyon hükümetleri zamanında tamtakır olan Merkez Bankası rezervleri şimdi o bağımsızlıkla mı dolu yoksa hükümetin ekonomi politikası ile mi?
Cevap belli : Hükümetin izlediği ekonomi politikası ile!
O zaman faizi yükseltmek piyasa endeksi ile oynayıp kasalarındaki dolara prim yaptırmak isteyen bu küçük burjuva sermayedarları neyin bağımsızlığından konuşuyor!
Dertleri Merkez Bankasının durumu filan değil! Dertleri 17 ve 25 Aralık darbe girişimlerinin pusu altında ekonomik bir operasyon yapmak! Bunu cemaatin kanatları altında yapmak dertleri!
Niyetleri ekonomik kriz varmış gibi gösterip hükümeti sıkıştırmak. Ardından da eski Türkiye’de yaptıkları gibi istedikleri zaman faiz yükselttirip kur ile işlerine geldiği gibi oynamak.
Bu niyetlerine hükümetten cevap alamayınca da perşembe günü olduğu gibi hemen toplanıp yaygaraya başladılar.
Lenin’in bahsettiği “önce krize sok sonra iktidarı al” taktiği ile hareket eden marksist sermayemiz de oldu sonunda.
Cemaat sağolsun.


Anarşizmin Münafıkları : Cemaat aklının iflası!
Her geçen gün daha da açığa çıkan yargı vesayeti ile tüm komploları açığa çıkan cemaat ve cemaatin yazarları artık “paralel evren kavramları” ile yazar çizer oldu.
Yargı bağımsızlığı naraları tarafsızlık ilkesinin ihlali ile masala dönen cemaat yazarları meclise gelen yasa değişikliğine karşı çok saçma bir kavram icat ettiler.
Vesayetçilikleri tarihen kayıtlı olan cemaat yazarları “tamam biz yargı vesayetini savunuyoruz ama siz de sivil vesayetçisiniz” mealinden konuşmaya başladılar.
Bu saçma kavramdan yola çıkarak hükümet tek başına karar alıp uygulayamaz tezini geliştirdiler.
Yüzde elli ile tek başına iktidar olmuş hükümete karşı bunu diyerek bir açık daha vermiş oldular!
Hükümet tek başına yasa filan çıkaramazmış, neden? Sivil vesayet olurmuş. Sevsinler!
Ama ilginç olan ise üniversitesi, o üniversitedeki profesörlerin ve dahi birçok “solcu entelektüellerin” de desteğini alan cemaat medyasının allamelerinin düştüğü sivil vesayet saçmalığı!
Vesayet ile sivil sözcüğünün erkler bünyesinde bir ritmi yok!
Vesayetin nevi örneklerinden sanırım en resmi olanı 1907 Sömürgecilik Konferansında alınan kararlardır. Bu kararlara göre dominyon olarak adlandırılan sömürgeler “yasal özerklikleri ve dış işlerini de kendileri yönetmekle birlikte Büyük Britanya’yı hükümdar olarak kabul eden” ülkelerdi. Bu ülkelerde seçimle iktidara gelen hükümetler, kendine ait mali ve idari kurumları vardı. Ancak bu ülkelerin asıl sahibi Büyük Britanya idi. Yani vesayet denilen şeyin tarihi durumunda bir sivillik yok.
Başka bir açıdan bakacak olursak bu ülkede yıllarca meşum kemalist kafa ordu hükümetlerin kontrolü altına alınamaz şeklinde masallar anlattı. Böylece “belirli görev ayrıcalıklarına sahip olan atanmış memurlar” bir kutsama ile tüm erklere egemen edildi. Aynı kemalist kafalar ülkenin demoratikleşmesini fransız aydınlardan alıntılanan “yönetici bir sınıf ve siyasal bir elite” bağladı. Bunda da sivil bir “genişlik” yok. Tersine “yönetici sınıf ve siyasal elit” var! Vesayet aritmetiği de buydu işte : Yönetici sınıf askerler, siyasal elit İstanbul sermayesi ve kemalistler ve arkalarında büyük biraderleri Batı!
Hiç değilse sözlük anlamlarına baksalardı bu sayın profesörler “cemaat vesayetine girip bilimsel gözlüklerini çıkarmasalardı” görürlerdi vesayetin ne demek olduğunu!
Vesayet denilen şeyde egemenlik perde arkasındaki bir bireye,güce bağlıdır. Çıkar söz konusudur.
Şu anki durumda ise perde arkasında kimse yok, perde yok. Apaçık, ortada ve size hodri meydan diyen koskoca millet var!
Hadi buna evet diyelim, tamam diyelim. Sivil vesayet dediğiniz – her ne ise o – şey var diyelim. Sonuç?
Bu sorunun cevabı cemaatin sayın profesörlerinin laf salatası olacaktır, emin olun!
Şu şöyle olmalı, bu böyle yapılmalı, hükümet şunu böyle yapmalı diyerek bir sürü kavramla daha rezil hale geleceklerdir.
Ben size söyleyeyim sonuç ne olur :“her türlü vesayeti reddediyorum”, “bu tam anlamıyla totaliterlik, diktatörlük” diyerek kitlesel ortak aklı, yönetişim mantığını ve demokratik seçimleri bile vesayet olarak gören bu mantığın sonu anarşizmdir!
Kendilerini AB taraftarı çağdaş ve liberal olarak sunan bu şureka hemen itiraz edecektir! Bunu da paralel anarşistliklerine vererek şunu eklemek istiyorum : cemaatin profesör ve yazarları siz narsizme tutulmuş Nietzsche’nin agorizme batmış münafıklarısınız!
Yani orada – anarşizmde bile – istikamet üzere değilsiniz!
Bir önceki yazımızda Gülen örgütünün “Yahudi lobi faaliyetleri çerçevesinde aldığı ‘hibeler’den” bahsemiştik.  Bu hibeler çeşitli vakıflardan akıtıldı Gülen örgütüne. ABD’deki  Harmony ve Cosmos Vakfı üzerinden akıtılan bu para “okul projesi” olarak gölgelendi.
Ancak gerçek “proje” ne idi?
Her fırsatta Türkiye aleyhine çalışan devlet ve kurumlarla işbirliği yapmayı kendine ilke edinmiş olan Gülen örgütünün bu paraları alınca geliştirdiği refleksleri ortaya koyacağız. Ancak bundan da önce sahte bir okul projesi ile gölgelenen bu “Yahudi hibeleri”nin aslında nasıl örgüte aktarıldığını ifade edeceğiz.
ABD’de Gülen örgütünün vakıflarından biri olan Harmony/Cosmos Vakfı’nın 2006’de aldığı 10 Milyon $’lık yardım Dell Vakfı tarafından kabul edilirken Harmony/Cosmos Vakfı bu bağışı Revenue Form 990’da belirtmiyor.
Bu form vakıfların şeffaflığını sağlamak amacı ile gelirlerini ve projelendirilmiş olan harcamalarını gösteriyor. Harmony/Cosmos Vakfı’nın bu belgesindeki PART IV A bölümünde Diğer Vakıfların Bağış ve Hibelerini belirttiği Destek Programı başlığı altındaki bölümünde Dell Vakfı’nın hibesi yok.
Ancak enteresan olan sadece Dell Vakfı’nın olmaması değil!
Aynı sözde okul projesi için bağışta bulunan Gates Vakfı’nın da bağışı bu belgede yer almıyor. Oysa Gates Vakfı da Dell Vakfı da bu sözde okul projesi için yaptıkları “hibeleri” açıkça ve miktarları ile belirtiyor.
Önce Gülen örgütünün paravan vakıflarından Harmony/Cosmos Vakfının 2006 yılında beyanda bulunduğu Department Of The Treasury İnternal Revenue Service Form 990 (Hazine Departmanı İç Gelirler Servisi Form 990) belgesine bakalım ve sonra Dell ve Gates vakıflarının basın odalarından birkaç örnek sunalım.
Image
Bu belge ABD Hazine Departmanı İç Gelirler Servisine aittir.
Harmony/Cosmos Vakfının 2006 yılındaki proje bazlı gelir ve giderlerini tek genel kalem usulü ile beyan ettiği formdur. Gelirlerle ilgili olarak bu formun bu sayfasında toplam gelirler 30.471.540 $ olarak belirtilmiş. Devlet katkısı olarak alınan para 30.195.060 $. Tamamı nakit.
Yukarıda belirttiğimiz gibi aynı belgenin 4. Sayfasında bulunan PART IV A bölümünde Diğer Vakıfların Bağış ve Hibelerini belirttiği Destek Programı başlığı bölümünde hiçbir destek görünmemekte!
Image
O yıl destek almamış olabilirler mi?
Gelin o zaman bu beyan formunun başındaki yıl açılış miktarı neymiş bir bakalım!
 Image
Belgede de görüldüğü gibi sene açılışı ile sene sonu arasında büyük bir fark var. Ancak asıl dikkat çeken yer 49 maddede geçen Hibe bölümünün boş olması! Peki hibe bölümü gerçekten boş mu olmalıydı?
Dell Vakfı’na bakalım!
Image
Sitesindeki basın bülteninde Michael & Susan Dell Vakfı Gülen örgütünün Harmony/Cosmos Vakıfları aracılığı ile bu sözde okul projesine 9.000.000 $ hibe ettiğini açıklıyor! Ancak F990 belgesinde hibeler bölümü boş!
Michael & Susan Dell Vakfı’nın açıklamasındaki rakamlar da oldukça ilginç!
71.000.000 $ özel girişi ve kamu-özel katkısı ile tam 261.000.000 $ tutara sahip bir Teksas Yüksek Okul projesinden bahsediyor!
Daha ilk belgeden kötü kokular yayılmaya başladı!
Bakalım bu okul gereksinimleri için Gülen örgütünün vakıfları “ihaleleri kime okutmuş”?
Bundan önce örgütün vakıflarının diğer ABD Hazine Departmanı İç Gelirler Servisi belgelerinden seri örnekler verelim.
Daha sonra da yine bu belgelerden yola çıkarak “paraların aslında okul projesi için değil, daha başka bir proje için aktarıldığını ve bu  vakıfların da bu aktarma işlemini nasıl gerçekleştirdiğine” bakalım!
Image
Gülen örgütünün Harmony/Cosmos vakıflarından Harmony vakfına ait ABD Hazine Departmanı İç Gelirler Servisi formu. Bakalım bu formda “diğer vakıflardan gelirler, hibe ve alacaklar bölümünde” bir hibe bağış görünüyor mu?
Image
Burada da bir bağış görünmüyor!
Ancak Harmony grubunun sitesi “kendisini ihbar eder şekilde bu vakıfların yardımlarından” bahsediyor!
Image
Bunun yanı sıra Dr. P. Williams da aile güvenliği konulu sitesinde benzer durumları değerlendiriyor. Dr. Williams sadece Gates Vakfı’nın hibesi için 10.550.000 $’dan bahsediyor. Cosmos Vakfı’nın ise toplamda 41.570.721 $ bir hibeye eriştiğini söylüyor.
Image
Belgelere baktığımızda ise proje bazlı ödemelerin bahsi geçen rakamların ne kadarına tekabül ettiğini göreceksiniz! Ama daha önce Gates Vakfı’nın bu projeye olan “kıyağını” göstermeliyiz! Yoksa dönen oyunlar anlaşılmaz!
Image
Yanlış görmediniz! 130 Milyon $!
Şimdi formlarda belirtilen ödemelere ve bu sözde okul projesinde ihale alan firmalara bakalım! Sonra ise bu firmaları aslında daha önce nerede ve nasıl size yazdığımızı gösterelim. Ama önce belgeler!
Image
2006 yılına ait olan ve proje bazlı giderler cetvelinde kontratlı şekilde hizmet veren kurumlara yapılan ödemeler bu şekilde bildirilmiş! Burada ödenen miktar 5 Milyon $ civarında! Sadece ABD hükümetinden 2006 yılında alınan katkı ise 30 Milyon $ civarında idi.
Şimdiden 25 Milyon $ “bir yerlere bir amaç için aktı!”
2006 ve 2007 yıllarında Gülen Örgütü Gates Vakfı ve Michael & Susan Dell Vakıflarından yaklaşık olarak 180 Milyon $ hibe aldı!
Kamu ve özel sektör proje girişimi ile yaklaşık olarak aynı miktarı ABD hükümetinden de alan örgüt ise ABD Hazine Departmanı İç Gelirler Servisi formlarında bunları tam olarak belirtmedi. Ancak hakkında bunlara ve okullar içinde dönen bazı vergi kaçırma olaylarına yapılan tüm FBI soruşturmaları “söndü”!
Bunu ilk yazımızda detaylıca aktarmıştık.
İki yılda ortalama 300 Milyon $’lık bir hibeyi alan örgüt Teksas’taki okul yatırımı için yaklaşık 5 milyon $ ödeme yaptı. Kayıtlar dışındaki “emlak alımları” ile bu ödeme yaklaşık 40 Milyon $ civarında oldu. Ancak emlak alımları dışındaki ödemeler de örgütün cebine gitti.
Gülen örgütü Yahudi lobicilerden aldığı paraları Türkiye ve Orta Asya’da ve son dönemde de Afrika’daki operasyonlarda finansman olarak kullandı.
Daha önceki yazılarımızda yayınladığımız rüşvet listelerinden Teksas bölgesine ait olana bakılınca Cosmos ve Harmony Vakıf yöneticilerinin o listelerde çokca yer aldığını göreceksiniz.
Vakıf yöneticilerinin dışında da ihale alan şirketlerin sahiplerinin isimleri gözünüze çarpacak!
İnci Akpınar, Yunus Dogan, Ömer Baday, Ünal Cevak, Osman Özkan, Yalçın Karadağ, Kemal Öksüz, Osman Özgüç, Süleyman Limon, Atilla Tuna gibi isimler sözde okul projesinden ihale alan “abiler”!
Trafalgar Apartments, Target Design and Management LLC, Raindrop Found, Riverwalk İnvestments LLC , Karadağ Law Firm, Ege Construction, Atlas Texas Food, Atlas Texas Construction gibi şirketler Gülen örgütünün ABD’deki paravan şirketlerinden bazıları.
Yahudi lobicilerin okul projesi üzerinden aktardığı paralar proje ihaleleri bu şirketlere verilerek ana kasaya ve oradan da operasyon bölgelerine iletiliyor!
İleride yayınlayacağımız belgelerin tam metinlerde, çok büyük belgeler olduğu için tek tek sıra ile yayınlanacak metinlerde, göreceğiniz gibi bu süreçteki bağışlar küçük meblağlar!
Harmony/Cosmos vakfı 2010 yılında yaklaşık 400 Milyon $’lık tahvil sürümü yaptı. Bunun yanı sıra ABD’nin en büyük Charter okul ağı ile en büyük hükümet desteğini alan grubu. Tam da o seneden itibaren neler oldu?
Bakın ki enteresanlığa bu gelişmelerle birlikte İsrail’in faşist üniversitelerinin kürsüleri Güleni övmeye başladı!
Bunu daha önce vermiştik!
Ama şimdi başka bir örnek vereceğiz!
Image
Ohef Şalom Tapınağı Rabbini, Yahudi din adamı Forman Gülen örgütü liderini savunuyor!
Kime karşı?
Burası daha da enteresan : Soner Çağaptay denilen yeminli İslam düşmanı Ergenekoncu’ya karşı!
Bir anda böylesi bir değişim nasıl oldu?
Forman gibi ABD yahudilerinin ve Yahudi lobisinin etkili bir ismi neden Ergenekonun ABD elçiliğini yapan Çağaptay’ın karşısına Gülen için çıktı?
Çünkü ABD ve İsrail tetikçisini değiştirdi!
Uzun zamandır yatırım yaptığı, yetiştirdiği Gülen örgütü artık yeni tetikçisi idi!
Peki bu yeni tetikçi Türkiye’de giriştiği operasyonun dışında Türkiye’nin hassas çeperlerinde ne gibi operasyonlar yapıyordu ABD ve İsrail adına?
ABD, İngiltere ve İsrail’in İslama karşı İslam projesi için her yıl milyonlarca dolar döktüğü bu tetikçi Kuzey Irak’ta ve Azerbaycan’da neler yapıyor? Bu tetikçinin kalemşörleri Ermeni gazetelerine hangi mülakatları verdi? Çözüm sürecinden rahatsız olan Kürt grupların gazetelerine neler söylediler?
Azerbaycan’da hem Türkiye hem Rusya karşıtı İsrail lobisi adına nasıl çalıştılar ve ABD ve İngiltere’ye Hazar enerji yolunu açtılar? İsrail için Azerbaycan’da yürüttükleri çalışma ile kimi markaja aldılar?
Bir dahaki yazıda….
NOT1 : Daha önce yayınladığımız rüşvet listesinde yukarıda sayılan isimleri bulabilirsiniz. Teksas – Houston listesine bakabilirsiniz.
NOT 2 : Gülen örgütünün para aklama, para transferi, Amerika kökenli görünen ve operasyonel olarak kullanılan şirketleri ve yöneticilerinin listesi birkaç gün içinde yayımlanacaktır!

Gülen Company (CİA Cemaati) ve Yahudi Taşeronluğu!

Son zamanlarda pek çok şey ayyuka çıkıyor. Pek çok şarlatanın maskesi düşüyor ve ilişki ağları görünür hale geliyor. Türkiye’ye saldıran Troyka’nın içerdeki tetikçisi “paralel cemaat/devlet” deşifre oluyor! Hem de bütün ilişkileri ile!
Kendisini ABD’de ikametli bir vaizin etrafında toplananlar olarak tanımlayan ve yıllardır İslam’ı sömüren ve “İslama karşı İslam projesinin” Türkiye ayağı olan Gülen Company/örgütünün bir ilişki ağı daha yakında tüm çıplaklığı ile ortaya çıkacak!
Yahudi asıllı olduğu herkesçe aşikar olan Microsoft’un sahibi Bill Gates’in “Yahudi lobi faaliyetleri ve misyonerlik faaliyetleri” gereği dağıttığı bağışlardan en büyük payı nasıl aldı Gülen Company?
Almadık diyorlarsa şimdilik belgenin giriş bölümünü yayınlıyorum.
Tamamını ve ayrıntılı detayını Pazar günü sizlerle paylaşacağım!
Ve Gülen Company’nin İsrail’de merkezi bulunan Bar Ilan Üniversitesi ile olan çapraz ilişkilerini bu bağışlar bağlamında deşifre edeceğiz! Böylece Türkiye’ye açılan Yahudi lobisindeki cemaat taşeronluğu daha da açığa çıkacak!
İşte 2007′de “lobi faaliyetleri çerçevesinde Gates Vakfından Gülen Company/örgütünün aldığı 10.550.000 $’lık para belgesinin girişi”!
Görsel
Bu belgenin tamamı ve daha önce bahsettiğimiz “parçalı yapının burada da nasıl tek merkeze akan bir özellik” gösterdiğinin deşifresi Pazar günü yapılacak!
Ama bitmedi!
    Gülen Company/örgütü 2010 yılında yine bu lobi yardımı kapsamında tam 41.570.721 $ daha aldı Gates Vakfından!
    İşte o belgenin de giriş kısmı!
    Görsel
     Gülen Company’nin 2010 yılından sonra Türkiye karşıtı geliştirdiği refleksleri düşünün şimdilik ve Pazar gününü bekleyin!
Ve bu terör-ihanet-ajanlık örgütü olan Gülen Company/örgütüne karşılık Müminler Allah’ın şu ayetini unutmayın :
“EY İNANANLAR!
MÜMİNLERİ BIRAKIP DA KÂFİRLERİ DOST EDİNMEYİN!”
(NİSÂ: 144)

Gülen Company (CIA Cemaati)’nin Küresel Ağı ve Türkiye 1. Bölüm

                (Yazımız kaynaklarımızın güvenliği nedeni ile yeniden kaleme alınmıştır. Verilen bilgilerde bir değişiklik olmamasına rağmen direk ifade alıntıları ve bazı veriler yazıdan çekilmiştir.)

GİRİŞ :
Son süreçte yaşanan olaylar artık herkesin malumu bir şeyi ortaya koydu : Gülen Company adını verdiğimiz suç ve ajanlık örgütünün ilişkileri su yüzüne çıktı!
Bu çıkışın en açık olanı ise dün Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın basın mensupları ile olan buluşmasında Cumhurbaşkanına gönderilen mektuptan bahsetmesi idi.
Gülen company örgütü lideri Gülen tarafından kaleme alınan “sulh” mektubu Gülen company’nin paralel devlet olarak cephe aldığını itiraf ediyordu. Öte yandan da Gülen company’nin kiminle “savaştığını” öğrenmiş olduk!
Zira “savaşmayan barışmaz!”
Bu itiraf ile kendisini ihbar eden Gülen company örgütünün ülkemizle savaştığı açığa çıkmasına rağmen bu suç ve ajanlık örgütünün “neden” ve “nasıl” ları cevaplanmadı.
Daha önce CIA ve İsrail ilişkilerini ortaya koyduğumuz Gülen company örgütü hakkındaki yazılarımız bazı çevrelerce zorlama/iddia olarak ele alınmış olsa da yaşanan süreçler geçmişteki yazılarımızı doğruladı.
Şimdi Gülen company denilen ajanlık örgütünün “kutu”larından bahsedeceğiz.
Karmaşık ve bireylere bağlı ve merkezsiz görünen bu pratiği bazı belirli noktalar üzerinden ifade edeceğiz.

***
Sözü fazla dolandırmadan Gülen Company’nin küresel ağına adım atmamızı sağlayan konuya girelim.
Bu ağ adım adım Türkiye’ye gelen ve Türkiye’deki paralel örgütlenme ile aynı efendilere çalışan bir yapı teşkil ediyor.
Bilindiği kadarı ile Pensilvanya’dan yönetilen ancak bir merkezi de Tel Aviv’de olan Gülen örgütünün kara kutularından bahsedeceğiz.
Bu kara kutulardan biri hiç göz önünde bulunmayan medyada haber almayan ve bugüne kadar örgüt liderinin evini ziyaret edenlerin bile dikkatini çok çekmeyen biri : Ikram Ahmedov.
Gülen örgütü liderinin kişisel hizmetlerine bakan görüşmeleri sırasında ya odada Gülen ve görüşmecilerle olan ya da kapının hemen dışında bekleyen Ikram Ahmedov Özbek asıllı.
Gülen örgütüne yakın şakirtlerin müjdeli bir şekilde hizmete dahil olduğunu düşündükleri Ikram Ahmedov şu sıralarda bir dizi sorunla uğraşıyor.
ABD’de oturum verilmeyen Ahmedov birkaç ülkede Gülen örgütünce çeşitli vasıtalarla ABD’ye serbest giriş çıkış veya oturum izni alabilecek girişimlerde bulunsa da Ahmedov için bu “operasyon”lar başarısız oldu.
ABD konusunda ve birçok diğer konuda Gülen örgütünün çeşitli paravan ülkelerinden biri olan Kanada’da oturum talebinde bulunuldu Ikram Ahmedov için. Fakat başarılamadı.
Akla gelebilecek sorulardan biri olarak CIA ile çalışan bir örgütün liderinin kişisel hizmetçisi nasıl oluyor da ABD’den oturum alamıyor olabilir.
Fakat Gülen’in ABD yargısı ve FBI’ın bazı departmanlarınca başı dertte.
Hatırlayacağınız gibi önceki yazılarımızda FBI Ululsal Güvenlik Eski şefi Sibel Edmonds’tan ve onun Gülen company örgütü hakkında verdiği bilgilerden bahsetmiştik.
Edmonds’un yanısıra Gülen’in ABD oturum izni konusunda izlenen soruşturmadan ve daha sonradan eklenen davalardan dolayı yargı ile sorunları var. ABD yargı sistemi ise tek bir karar merci ile değil bir denetim mekanizması ile çalıştığı için Ikram Ahmedov ile ilgili durumda sıkıntı çekildi. Birkaç kere başvurulmasına rağmen red cevabı alındı.
En yakınında ve barışık sınır komşusunda yapılanma ile Ahmedov’a oturum alınmak istendi. Ancak orada da başarılı olamadılar.
Sonunda tüm risklere rağmen Ikram Ahmedov, her devlet mekanizmasına sızılan Türkiye’ye gönderildi.
Ahmedov hakkında edinilen bilgilere göre yaklaşık üç üç buçuk aydırTürkiye’de. Gülen örgütünün bürokratlarınca vatandaşlığa geçirilecek ve ABD  vatandaşlığı için gerekli  “varlığa ve statüye” eriştirilecek.
Peki Ikram ahmedov’u buraya taşıyan, bunları yazmamıza neden olan nedir?
Burada Ikram Ahmedov’un kendisinden kaynaklanan bir önemi olmamasına rağmen hizmet hareketi denen ihanet ve ajanlık hareketinde adı duyulmamış kutulardan biri olmasıdır.
Ahmedov, Gülen’in trafiğini bilen, gelen gidenleri ve görüşmelerini bilen kişilerden biri olarak biliniyor. Medyada boy göstermeyen, kalemi ile ihanet eden bilinen abilerden değil. Örgütün asıl belkemiğini oluşturan gölgelerdekilerden. Sorulduğunda hizmet hareketi denilen oluşum içinde boy göstermeyen ama belirli eşikleri tutanlardan.
Bu konu bize bir diğer durumu da açıklıyor arka planında. O da Gülen company örgütünün bazı girişimleri gerçekleştirmek için Türkiye’nin bürokratik yapısını, nihayetinde de devletini kullandığı!
Gülen company örgütü bu şekilde kendisine dünyada meşru bir arka plan sağlarken hem Türkiye’nin yönetiminde hem de Türkiye üzerinden bazı ülkelerin çeşitli erklerinde etkili olma amacında!
Buradan anlaşılması gereken ise Gülen company örgütünün “dağınık ve merkezsiz halde görünüp toplu bir hareket kabiliyetini gerçekleştirebilen bir yapılanma” olduğunu ve aslında gölgelerdeki elemanlarının önem arz ettiğidir. Medya , yargı ve emniyet abi/imamlarının ihanetleri zaten artık aşikar.
Gülen örgütünün sadece ABD  – İsrail ve Türkiye üçgeninde bir örgüt olmadığı ve küresel çapta çeşitli yabancı servislerle ve bazı durumlarda kendi yetenekleri ile “operasyon”lar gerçekleştirdiğine de ilerde değineceğiz.
Ancak küresel plana çıkış kapısında karşımıza gelen ve ülkemizdeki örgüt taraftarlarının şikayet ettiği bir duruma, Gülen örgütünün  fişleme çalışmasına değineceğiz.
Gülen örgütü o kadar etkili ki çeşitli yerlerdeki Türk kökenli toplulukları manipüle ederek Türkiye’yi temsilcileri üzerinden itibarsızlaştırma yoluna bile giriyor.
Bu konuda geçmişte yaşanan olaylardan birine Ikram Ahmedov’un izini sürerken rastlıyoruz.
Dışişleri bakanı Sayın Davutoğlu’nun bir ziyaretinde o ülkenin Türk kökenli vatandaşlarına yapılan manipülasyona rastlıyoruz. Bunun ardındaki gerçek ise çok daha şaşırtıcı. Cemaat bu manipülasyon ile sözümona Türkiye’yi  Sayın Davutoğlu üzerinden itibarsızlaştırmayı planlarken bir yanda da fişleme çalışması yaptığını öğrendik.
Davutoğlu’nun ziyareti öncesinde kendilerinden olsun olmasın bir mesaj bombardımanı ile insanları Davutoğlu’nun katılacağı törene gitmemelerini isteyen Gülen örgütü bunun temellendirmesini de yine Sayın Davutoğlu’na bağladı. Aynı tarihe başka bir etkinlik koyarak insanlara bakanın oraya geleceğini söyleyen ve diğer etkinliğe gitmemelerini bakanın beyanı olarak sundu örgütçüler. Ancak Davutoğlu’nun bu türden bir beyanı olmadığı ortaya çıktı.
Belirtilen olayda örgütün İmamı ve abileri mesaj organizasyonunu gerçekleştirdikten sonra Davutoğlu’nun etkinliğine gidip orada da “kontrol” yapmaktan çekinmedi.
Gidenler fişlendi.
Bakan ise gündeminde olan ziyaretleri yaptıktan sonra başka bir ülkeye geçti.
İmamlar ve abiler ise toplumsal baskı araçlarını oluşturdu ve işe koyuldu.
Gülen company denen suç ve ajanlık örgütünün çözülüşündeki ilk ipi buradan çekiyoruz.
İlerleyen günlerde Afrika, Kuzey Irak ve Türkiye yapılanmalarındaki kutuları ve görevlerini anlatmak üzere….

DUYURU

Gülen Compayn(CIA Cemaati)’ nin Küresel Ağı ve Türkiye 1.Bölüm yazımız akşam saatlerinde güncellenecektir.
Bu nedenle yazımız bir süreliğine kaldırılmıştır.

Kürtler neden sessiz? ( Ya Da BDP’nin Amerika ile İmtihanı! )


     Son günlerde oynanan uluslararası komplonun bir kolu da hiç kuşkusuz Kürtler.
     Peki Kürtler ya da Kürtlerin temsilcisi olduğunu iddia eden BDP neden sessiz?
     Kürt Hareketi, ulusal bir mücadele olmasının verdiği “değişkenlik” ile geçmişte çok fazla “teknik” ve sonuçta da ideolojik değişim geçirdi.
    Ancak son süreçteki suskunluk kah Kürt Hareketi kah Türkiye Halklarının geleceği açısından ciddi manada endişe verici.
   Hatırlar mısınız bilmem ama – üzerinden çok zaman geçti ve Öcalan‘da da değişimler gördük fakat yine de hatırlatalım – Öcalan yakalanmadan önce “Türkiye gibi anti-demokratik bir kocadan boşanıp ABD gibi bir demokratik koca ile birleşmenin” daha mantıklı olacağını ifade etmişti geçmişte. Bu ifadede o günü koşulları için Öcalan – kendileri açısından doğru bir yöntem güdüyordu. ABD Irak’ta idi ve iki ülke ordusu arasında sıkışmak istemiyordu. 
   Yine de bugünlerdeki BDP suskunluğunu farkedince insan acaba demeden edemiyor.
   BDP acaba bu mücadeleyi kazanana göre bir taktik izleme siyaseti mi güdüyor demeden edemiyor insan.
   Ancak bunu es geçiyorum şimdilik ve son yıllarda yaşananları, el de edilen kazanımları görmezden geleceklerini sanmıyorum.
   Bunun nedeni olarak da Gezi eylemleri sırasında “ilkesizce” yan yana durdukları bazı faşist odakların Gezi’deki taleplerinden biri aklımıza geliyor.
   Neydi o faşistlerin talebi?
  “Hükümet istifa etsin, CHP – MHP – İP milli bir hükümet kursun” idi!
   Bunu aklımızda tutalım ve son günlerde yargı eliyle gerçekleştirilen darbedeki “kararlara” bakalım.
   Gülen’in “dileği”ni bir çırpıda Balbay’ı serbest bırakarak ve ardından da 28 Şubat davasındaki herkesi salıvererek gerçekleştiren sözümona bağımsız yargı BDP’li vekiller için ne karar verdi?
   İçerde kalacaklar, dedi!
   Emsal teşkil eden bir karara rağmen “bu darbenin taraflarından biri olan yargı ve temsil ettiği iç-dış mihrakların” Kürt Hareketine karşı tavrı bu.
  Peki bu tavrı destekleyenler kim?
  Cemaatin abileri zaten elde. Diğerleri ise MHP – CHP – İP!
  Ülke zenginliklerini yine bir elitin eline devretmek isteyen her biri birbirinden kafatasçı bu ittifak kazanırsa ne olur?
  Her şey olur da barış olmaz!
  Peki eğer endişelendiğimiz gibi BDP “kazanan tarafa göre taktik belirleme” nedeni ile susuyorsa acaba ne kadar haklılar?
  Ne kadar samimiler barış konusunda?
  Bu sürece müdahil olursak Ak Partiye destek vermiş oluruz demek gibi basit düşünecekler ve sessizlikleri sürecek ve Kürt Halkını tekrar karanlık Türkiye’nin faili meçhullerine, infazlarına ve savaş koridorlarına sürükleyeceklerse eğer tamam sussunlar.
   Eğer “savaş olursa halkla bütünleşir daha da güçleniriz mantığı” geliştirip Kürtler ve Türkler acı çekerken kesif ve aşağılık ölüm ajitasyonu ile Beyaz Türkler gibi bir “Beyaz Kürtler” icad edeceklerse “ABD gibi demokratik bir koca ile” nikahlanabilirler!
  Eğer bu kadere razı gelmeyeceklerse, kan görmek, düşmanlık psikolojisi ile delirmiş iki halk görmek istemiyorlarsa; tekrar OHAL’ler, yakılmış köyler, fakirlik görmek istemiyorlarsa öncelikle Kürt Halkı ve onun özelinde de BDP harekete geçmeli! Küçük siyasi hesaplar yaprak günü kurtarırken geleceği yitirecek hamlelerden kaçınmalı!
  Bu operasyonlarla hepimizin geleceği ipotek altına alınmak isteniyor, uluslararası troyka bu topraklara zulmü getirdiğinde Kürt Türk ayrımı yapmayacak!
  Acımız ortak olacak! Ama suçu birbirimize atacağız! Eski kısır günlerdeki gibi!
  Artık Kürtler susmamalı!

Ne Demiştik?

     Daha önceki yazılarımızda Gülen Company’den CIA ilişkilerinden ve ABD’deki rüşvete dayalı lobi faaliyetlerinden bahsettik. Dün de dolar kuru üzerindeki algı operasyonundan ve aslında neler olduğundan bahsettik. Dolar kuru ile yürütülen Türkiye üzerindeki psikolojik savaşta ekonomik kolda bugün yaşanan gelişmeler bize bir şeyi daha açık anlama fırsatı verdi.
     Keşke bu şekilde olmasaydı ama…
     Kuzey Irak Bölgesel Kürt yönetimi ile Merkezi Irak devleti Irak petrollerinin Türkiye üzerinden çıkış yapmasında anlaştı. Fakat Erbil Halkbankasını isterken, Bağdat yönetimi ABD merkez bankası FED’i istedi. Kuzey Irak yönetimi de buna onay verdi.
    2008′den bu yana büyük bir ekonomik kriz yaşayan ABD bu gelişme ile Şubat ayına ertelediği borçlanma tavanı çıtasını tutturabilecek duruma geldi. Ülkemizdeki hainlerin ise asıl dertleri bu gelişme ile tescillendi.
    Şimdi bugünü kurtarırken ileriye dönük olarak da tavır geliştirmemiz ve düşünmemiz gerekecek. Kur, borsa ve faizler bu sarsıntının dalgalanmaları ile bir süre yerine oturmayacaktır. İçerdeki hainler de bu yankıları muhalefet etmek için kullanmaya devam edecektir.
    Peki bugün itibari ile hainlerin ülkemize verdiği zarar ne?
   Tüm kolları işin içine kattığımızda yaklaşık 10 günde tahmin edilen en kısa vadelerle toplam kayıp 200 Milyar $ civarında.
   Şimdi bu yaygaranın asıl nedenini anlamayan varsa en yakın hastaneye gidip beynini aldırsın!

Dolar’da Algı Savaşları! – Dikkatli Olmazsak Kendi Kuyumuzu Kazarız! –


GİRİŞ :
Türkiye’de pek çok olay oluyor. Kuşkusuz hepsi birbiri ile ilişkili. Büyük bir abluka altındayız. Hem içerden hem dışardan. Siyasi ve sosyolojik ve tam anlamıyla ihanetle ilgili olaylara odaklandık. Bu odaklanma sırasında ise ara ara “ekonomik olarak gidişata” da şöyle bir baktık geçtik.
Lakin ekonomik alanın tozunu almak yetmiyor. Çünkü “bu abluka içerdeki belirli güçler aracılığı ile Türkiye’nin gelişen ve etki merkezi haline gelen ekonomisini önce durdurmak sonra da geriletmek amacı” güdüyor.
Bu bakımdan son günlerdeki veryansınlara değinmekte yarar var.
Herkes “dolar yükseliyor, borsa düşüyor” diyor ve göbek bağını “troykanın tetikçileri ile gerçekleşen operasyona” bağlıyor.
Bu konuda bu tavrı “entelektüel bir marifetle analiz yaptığımızı sanarak” geliştirmek maalesef herkesin ahkam kestiği “bu bir algı savaşı, psikolojik harp” gerçekliğinde “karşı tarafın değirmenine su taşımak” anlamına geliyor.
Doların yükselişi neye bağlı o zaman denebilir bunun ardından.
Açıklamaya çalışalım.

1 Dolar :
FED ( Amerikan Merkez Bankası  ) 2013 yılında zorlu bir sene geçirdi. Hatırlayacağınız gibi Eylül ve Ekim ayları sürecinde ABD’de bazı kamu kurumları “geçici süre kapatıldı”. Bu kapatılmanın ardında ise ABD kongresinin bir türlü bütçeyi çıkaramaması geliyordu. ABD bütçeyi neden çıkaramamıştı? Borçlanma faizlerinde uzlaşma sağlanamadığı için.
ABD bütçesi 2013 yılında bütçe açığını % 6 küçülterek açığı % 7 seviyesine geri çekti. Ne var ki bu ABD bütçesinin yine de reel olarak “iş görebileceğine kanıt değildi.” Çünkü dolar Euro bölgesinde yüksek borçlanma faizleri ile ezilmiş ABD de borçlanma kotasının % 100’ünü kullanmıştı.
Hali hazırda 2012 yılının son çeyreğinden bu yana varlık alımlarını azaltan ABD bu politika ile bütçeyi kotarmayı başarsa da reel enflasyonu tarihinde ilk defa ensesinde hissetmişti.
Tüm bu vakaların üzerine küresel ölçekte gerçekleşen ekonomik-siyasi dönüşümler de ABD’yi hem likidite hem de reel alanda zora soktu. 2008-2009 krizinin en büyük yara alan ülkesi olan ABD dolar prestijini korumak için “anakara dışı yatırımları teşvik ve/veya güçlendirme politikası izleyerek ülke içindeki parasal şişkinliğin ve balon yatırımların ‘dışa aktarılması’” siyasetini kontrollü şekilde uyguladı.
22 Mayıs 2013 tarihinde FED’in açıklamaları da bu yönde idi. Bu gelişmekte olan ekonomiler için hemen açıklama ertesinde bir “düşüş” olarak tepkileri toplarken Türkiye bu “düşüş eğilimi gösteren ülkelerin dışında” kaldı.
Bu kendini toplamak için acele etmesinin asıl nedeni olan “yeniden düzenlenen enerji ve Pazar savaşları sahasında” ABD’nin “hiç istemediği” bir durumdu. Türkiye’nin de düşüş ve teslimiyet eğilimi göstermesi gerekiyordu ABD’ye göre. Ama olmadı.

2 Dolar
2 Ekim 2013 günü ABD başkanı Obama Cnbc’de bir ekonomi programına katıldı. Bütçe krizinin tavan yaptığı ve kongre içinde de temsilciler meclisinde de Obama için gitmesi gerektiği sözleri edilmeye başlanmıştı. Obama bu programı bir “fırsat” haline getirdi.
Katıldığı programda Obama bütçe krizinin gerçekten büyük bir tehdit olduğunu söyledikten sonra ekledi  : Wall Street (WS) korkmalı! Obama bu “toparlayacı tehditten” sonra Ekim 17 tarihi için temerrüt riski oluşabileceğine dikkat çekti.
Böylesi bir riskin uzun vadede Amerikan ekonomisinin borçlanma faizlerinin yüksek değerlere taşınması ve iç piyasada alım faktörlerinin en büyük gider kalemi olacağı anlamına geliyordu. Tüm bunlarsa ABD’nin tarihinin en büyük mali krizine girmesi demekti.  Krizin temel sorunu ise gerçekte varolmayan bir “akışın ortaya çıkardığı balon varlıklar”dan oluşmuş olması ve nasıl giderileceği idi.
Bu açıklama ile WS ertesi günü bir tepki ile % – 0.39 puanla yani % 0.90’lık bir eksi ile kapattı. SP500 ise % 0.07’lik bir eksi ile kapattı.
Ne var ki İstanbul BIST bu açıklamadan sonraki gün “yabancıların satışları ile borsadan çekilme eğilimi” ile % 1.71’lik eksi ile kapandı.
Yine de Ak Parti hükümetinin uyguladığı “psikolojik yaklaşım” ile bu eksi seviyesi kısa sürede sorun olmaktan çıktı. Neydi bu psikolojik yaklaşım : ABD bütçe krizi nedeniyle kapatılan kamu kurumları ABD tpolam harcamalarını düşürecek ve bu durum uzadıkça da dolar prestiji Türkiye lehine borsayı eski ivmesine sokacak.
Bu yaklaşımın ardında elbette ki Kuzey Irak petrollerine yapılacak olan yatırımın da etkisi büyüktü.  Obama’nın açıklaması ise neden “toparlayıcı bir tehdit”ti. Obama bu açıklama ile WS’nin vereceği tepkinin derinliğini öngördü veya görmedi ancak şunu kesin olarak biliyordu : Bu açıklama ile Euro ve diğer bölge borsalarındaki dolar endeksli satışlar ile dünya üzerindeki dolar tekrar ABD’ye dönecek bu da kamu harcamalarında ve piyasa harcamalarındaki durağanlığı örtecekti. Enflasyon ise bu geri dönüşten böylece etkilenmeyecekti. Plan bir manada işe de yaradı.
Yine de ABD’nin bu ekonomik oyunla ermeyi planladığı siyasi çerçeve yerine oturmadı. Fakat ABD’nin siyasi çerçeve için pek vakti yoktu. Ta ki 17 Ekim “uzlaşmasına kadar.”

3 Dolar
17 Ekim’de ABD kongresi “borç tavanının 2014 Şubat’a kadar askıya alma” kararı aldı. Bu ABD’yi 2014 Şubat’ına kadar “eski gücüne yakın” hale getirecekti. Obama’nın da açıklamaları ile reel alan güncellenmişti ne de olsa.
Tüm bu gelişmeler olurken FED’in tahvil düşürme kararı da hemen ertesinde bekleniyordu. Ama FED kesin bir açıklama yapmaktan kaçındı. Bunu piyasaları kendi haline bırakmak olarak maskeledi. Lakin hesaplar başka idi.
İran’la yapılan görüşmeler psikolojik olumlu bir hava estirse de ABD siyasi yelpazesinin asıl gözü ekonomide idi. Halkbankası ABD ekonomisinin belini büken bir “global mali güç” haline gelip birçok ülkenin gelirlerini kullanma ve yatırıma çevirme yetkisini elinde tutuyordu. Kaynakları ve akışı hariç 25 Milyar $ gibi devasa bir güce de erişen Halkbankası FED’in ve böylece ABD’nin en büyük ekonomik rakibi haline gelmişti.
ABD ekonomisi düşük standartlı faiz oranlarını tekrar düzenlemek için işsizlik oranlarını beklerken başına bela olan enflasyon nedeni ile karar almakta zorlanıyordu. FED yönetimi kendi arasında uyumsuzluk yaşarken dünyanın hiçbir yatırımcısı FED’i garantör olarak gösterip parasını burada değerlendirmek istemiyordu. Çünkü kulislerden “FED yatırım yönetimini tahvil borçlanması ile regüle edecek” söylentileri sızmıştı. Yatırımcılar paralarının ABD’deki varlık balonun giderilmesi ve reel olmayan ve faiz oranlarında netlik bulunmayan ABD tahvilleri ile paralarının reel yatırım alanından uzaklaşmasını istemiyordu.
Tüm bunlar olurken Euro bölgesinde oluşan borç yükü de ABD ekonomisini sıkıştırıyordu.  FED Aralık ayının ortasına kadar ki tüm açıklamalarında tahvil alımında bir indirimi net olarak öngörmedi.  FED bütçesi 2008 yılındaki krizde 900 Milyar Dolar iken  2013 FED bütçesi 400 Milyar Dolar olarak kaldı. Bu bile tek başına varlık balonuna rağmen FED’in ince kırmızı bir hatta bulunduğunu gösteriyordu ve kimse FED’ten tahvil düşürmeyi beklemiyordu.
Ne var ki 21 Aralık tarihinde FED, Obama’nın çıkışından sonraki en riskli adımı attı ve tahvil indirimine gitti. Bunda etkili olan birkaç neden vardı. Bunlardan biri enerji maliyesi diğeri ise borsa üzerinden reel bir toparlanma hedefiydi. İndirimin yapılma eşiği Halkbankası operasyonu ile “birleştirilmiş” olsa da doların yükselmesi sadece operasyona bağlı bir durum değil.
ABD İran ile olan ilişkilerini iyileştirme çabasında olmasına rağmen ambargo altındaki İran ile doğrudan ticaret yahut mali yatırım anlaşması yapamayacaktı. Yine de İran gibi Japonya havzasına bile petrol ve petrol ürünleri satan ve sadece bu Pazar üzerindeki mali gücü 100 Milyar $ olan İran’ın yatırımlarını istiyordu. Diğer yandan Rusya ile SWAP anlaşması imzalayan Türkiye piyasasındaki doların fiziki akış yönünün AB havzası olarak değişme riski de ABD ve FED’i endişelendiriyordu. Daha önce farklı bahaneler ile başlayan ve 17 Aralık’ta bu endişe, kaygı ve isteklerle büyük bir ablukaya-darbeye dönüşen ortamda FED’in bölgesel endişelerini gidermek için piskolojik ortam sağlanmıştı. FED darbe girişimi sürecinden 4 gün sonra 21 Aralık’ta yaptığı okumalarla tahvil indirimine gitti ve ABD piyasasındaki varlık balonunu Türkiye üzerinden by-pass etme yoluna girişti. FED’in para ajanı ve CIA ekonomi masası elemanı Cohen’in ülkemize gelip para babası bankacılara “ para politikalarını sıkı tutmaları” konusundaki öğüdü de bu by-pass’ın ve Türkiye’nin ekonomik etki alanını daraltma çalışmasıdır.
Enerji, İran mali gücü ana hedef iken Türkiye – Rusya SWAP anlaşması ile önce (normal şartlarda ) Türkiye’de düşüşü beklenen dolarla yükselen bir BIST sonra da Euro bölgesine fiziki akışı gerçekleşecek olan ön asya dolar havuzunun hem AB hem de ABD’de ortaya çıkaracağı ekonomik sıkıntı Halkbankası operasyonu ile engellenmeye çalışılıyor.
Bunun piyasada bir etki oluşturacağı kesin olmakla beraber FED tahvil indiriminin küresel ölçekte oluşturduğu dolar bazında yükselmeden izole edilmesi yanlıştır. FED açıklaması ile de dolar en çok bu kadar yükselirdi diyen AB’li uzmanlar ve analistler dikkate alınınca “darbe sürecinin algı savaşında doları operasyona endekslemek kendi kuyumuzu kazmaktır”!
ABD ekonomisi zaten zor zamanlar yaşıyor ve çıkış yolları için “doldur boşalt” bir politika izliyor. Yapılan tahvil indiriminin direk Halkbank operasyonu ile ilgili olmasa da “maskenin” bu olduğunu belirttik. Türkiye ekonomisinin gücü de bu süreçte kanıtlanmış oldu. Hem FED tahvil indirimi ve düzenleme çalışmaları hem de 17 Aralık darbe operasyonu sürecine rağmen dolar durumu bize “Türkiye’nin ne kadar yol aldığını gösterir!”
Algı savaşında buna dikkat edelim!
Bu tuzağa düşmeyelim!

YAKUP KÖSE’ye verilen ceza sadece ona değil; bu ülkenin Başbakanı’na ve bu ülkenin gerçek her Müslüman ferdine verilmiştir!

Bugün kara birgün!
Bugün kendini yıllarca bu ülke insanına dini bir cemaat gibi gösteren Fetullah Gülen ve çetesinin yargıdaki elemanlarının kendilerinin aslında nereye hizmet ettiklerini bir kere daha öğrendiğimiz gün!
Müslüman olmaktan “Allah-u Ekber” demekten başka hiçbir suçu olmayan insanları on yıllarca zindanda tutan 28 Şubat vahşetinde Fetullah Gülen ve çetesinin oynadığı rolü  tekrar anladığımız bir gün bugün!
YAKUP KÖSE ve arkadaşlarını ortada suç yokken yeniden yargılayan “Cemaatin Kemalist sistemle elele vererek” Müslümanları zindana gönderdiği gün bugün!
 MÜSLÜMANLAR!
   BU SEFER İÇERDEKİ HAİNLER OLAN CEMAAT VE ONUN DEVLET İÇİNDEKİ GÜÇLERİ İLE ÜZERİMİZE GELEN KAFİR 28 ŞUBATTAKİ GİBİ GELMİYOR! BU SEFER “KELLE ALMAYA” GELİYORLAR!
Ya Müslüman olarak dik durur YAKUP KÖSE’leri savunuruz! Ya kendimizi kandırmaya devam ederiz!
UNUTMAYIN! YAKUP KÖSE’ye takılan kelepçe, YAKUP KÖSE’ye verilen ceza sadece ona değil; bu ülkenin Başbakanı’na ve bu ülkenin gerçek her Müslüman ferdine verilmiştir!
Gülen company’nin “dini bir cemaat olmamasına rağmen” yıllardır dini kullanarak insanlardan topladığı paralar ABD’deki politikacılara aktarıldı.
Aktaran isimler Gülen Company’nin “edindiği malları üzerlerine tapuladığı kişiler“dir.
Bunlara “emanetçi” denir. Bu sistem “dağınık ve merkezsiz” görünmeyi sağladığı için suçun tek bir çatı altında belirlenmesi zordur.
Aşağıda ikinci ve son kısmı verilen liste ve daha önce verdiğimiz liste ile oluşan toplam meblağ milyon dolarları bulmaktadır.
ABD’de Gülen Davasına bakan hakimlerin hazırladığı dava raporunu sızdıran FBI Ulusal Güvenlik Eski Ajanı Sibel Edmonds mülakatında bu konuda da ilginç bilgiler veriyor : “ 3.000.000.000 $ ( Üç Milyar $ ) Dolarlık Orta Asya’daki serveti ile ilgi çeken Gülen için Türkiye’de sadece Ankara’da 70 kadar işadamının kişi başı 20.000 $’dan aşağı olmamak üzere en yükseği de 300.000 $ dolar bağış yaptığını öğrendik. Bunu Türk İstihabaratı da biliyor. Türk İstihabaratının da bildiğini düşündüğümüz ve Gülen’in şahsına her yıl 4 ila 5 Milyon $ bağış yapan “çok büyük bir işadamı” olduğunu da biliyoruz. Hatırlarsanız Gülen’in ilk ikamet başvurusu ilk başta Amerikan Dışişleri Bakanlığından döndü. Nedeni ise red cevabında ‘Gülen hareketi olarak bilinen hareketin finans kaynaklarında CIA şüphesi ve kaynakları tam olarak açıklanamayan 25.000.000.000 ( Yirmi Beş Milyar $ )’ olarak belirtti.”
Sibel Edmonds “araya giren bazı masa şefleri ve kongre üyelerine dağıtılan paralar ile Gülen’e oturma izni çıktı. Şimdi malikanesi var. Kendini eğitimci olarak tanıtmıştı ilk başvuruda. Ancak Türk makamları ile yapılan bilgi alış verişinde eğitimci olduğuna dair belgesi görülmeyince mahkeme hakimi ‘kendisini eğitimci olarak tanımlamasına rağmen hiçbir belgesi olmayan ancak akademik kişilere baskı kurarak kendi adı ile makale yazdıracak güce sahip biri’ diyordu. Ama her şey bir anda değişti.”
Bunların dışında Gülen Company’nin genel olarak bir “suç örgütü” olarak çalıştığının en büyük kanıtlarını “Gülen Company’nin anavatanı ABD’de yaptıklarından” anlıyoruz.
Gülen Company’nin mali kaynaklarının başında gelen Teksas’taki Atlas İnşaat  Kamu fonlarını 50.000.000 $ ( Elli Milyon $ ) hortumladı. Yine Gülen Company’nin Teksas’ta Pelican ve Harmony gruplarına bağlı charter okullarında rüşvet yolsuzluk ortaya çıkarıldı. Bu operasyonda “çapraz bir hareket” gösteren Gülen Company adına Atlas Grubu başkan yardımcısı İnci Akpınar rüşvet verdi. 
Bu şirketler ABD’de bunları yaparken Türkiye’de de “gölge firmalar ile kamu kaynaklarını kendi leyhlerinde borçlu gösteriyor” ve “aslında hiç olmayan ihaleler alıyor” gibi gösteriliyorlar.
Bu şekilde Türkiye’den kamu teşviki ile “hortumlanan paranın 30.000.000 $ ( Otuz Milyon $)” olduğu ve bunun her sene arttığı düşünülmekte. Bu düşüncede de özellikle 2008′den sonra emniyetin kaçakçılık ve İhracat Genel Müdürlüğü’nün teşvik ve fonlar  ve yine ihracat genel müdürlüğü kobi ve kümelenme destekleri dairesindeki ”company” elemanlarının yoğunluğu etkili.
İşte bu “genelden özele inen alanda Gülen Company CIA paravanı olarak etkin bir suç örgütü haline gelirken bulunduğu tüm ülkelerde belirli bir paralel yapılanma yoluna giriyor. Türkiye’deki şirketleri de son birkaç yıl içinde mercek altında olan company’nin sadece sınav kitapları sektöründe tekelleşmeden elde ettiği haksız kazancın yıllık 20.000.000 $’a yakın olduğu tahmin ediliyor.
Tüm bu çarkın dönebilmesi için de Gülen Company ABD’de kongre üyelerine ABD İsrail Lobisine para aktarıyor. 
İşte Gülen Company denilen masonik örgütün “rüşvet” listesi!
Image
Image
Image
Image
Image
Image
Image
Image
Image
Image
Image
Image
Image

Gülen Company’nin ABD’deki “Rüşvet” Listesi – 1

   Uluslararası Troyka (ABD/CİA – İsrail/Mossad – İngiltere/MI5 ) tetikçiliği yapan Gülen company’nin ABD’de kimlere kimler aracılığı ile kaç para transfer ettiği ve hangi kampanya amacı ile transfer ettiğine dair listenin TEKSAS –  HOUSTON bölgesi tam sıralı liste aşağıdadır. Bu liste önceki yazımızda belirttiğimiz “dağınık merkezilik” üzerine şekillenmiş bir para transfer listesidir.
     Burada adı geçen tüm “verici” isimler ve şirketlerin Gülen Company’e bağlı olduğunu tüm eyaletlerdeki listeleri bitirince yazacağız.
     TEKSAS – HOUSTON listesi toplam tutarı : 1. 452 . 210 $ ‘dır.
     İşte liste :
 Image
 Image
 Image
 Image
Şimdilik bu kadar diğer eyaletler yarın ve ertesi gün…
Hadi Cemaat cevap ver!!

Gülen Company – 2  ( Soru Sorma Zamanı! )

Gündem karışık. Çünkü karıştıranlar var.
Biraz soru sorarak gündemi karıştıranları sorgulayalım!
  1. Soru
Dr. Efrat E. Aviv -  Bar Ilan Üniversitesi İsrail’li Ortadoğu Araştırmaları Bölümü Öğretim üyesi.
Cemaatcilere soralım : Bu azılı Yahudi, Filistin – Gazze düşmanı öğretim üyesi sizi neden yere göğe sığdıramıyor?
Görsel
Cemaat bizim İsrail’le bir diyalogumuz yok diyor. İsrailli Efrat Aviv ise “ilişkilerinden dolayı” övüyor?
Cemaat bunu cevaplayabilir mi?
Cevaplayamaz.
Neden Bülent Şengün kendisi demişti hatırlayalım :
“Fetullah Gülen hareketinin mensupları ve organizasyonları yalnızca ABD örneklemesindeki FBI ile değil, MI5 , KGB, MOSSAD, CİA, Yahudi Cemaatleri, Zenci hareketleri, Afrika  Merkezli yapılar, Çin Birlikleri ile de görüşmeler yapmaktadır.  Bundan sonra da yapmaya daha da fazlası ile devam edecektir!”
2.   Soru
Bu yetmeyebilir belki cemaatçilere! Onun için neden Yahudi Soltes “Gülen’i Yahudilerle ilişkilerinden dolayı kutlayıp onu Celaleddin Rumi felsefesini savunan kişi” ilan ediyor.  Mevlana’ya ait olup olmadığı tartışmalı ‘ne olursan ol gel’ sözünün içini boşaltılıyor! Gülen Hareketi bu sözü alıp tövbe et, günahtan vaz geç Beza yani dön gel denilen tebliğin herkese açık olduğu ifadesinin anlamını bozup ‘ne olduğun fak etmez’ anlamına kaydırıyor.
Cemaati ve Gülen’i öven bu yazısında Yahudi diyor ki : Gülen Türkiye başbakanı ile kavgalı! Cemaat abileri Soltes’i de biliyor cevaplayabilirler mi? Hayır! Ve dikkat edin yazı tarihi Mayıs 2013! İhanet önceden planlandı!
Görsel
Soltes’i bütün dünya özellikle Ruslar çok iyi biliyor. Hatırlayalım! Gülen okullarını yasaklama sonucuna bağlanan Cemaatin Rusyadan kovulma sürecinde Savcı Soltesin Gülen’i öven yazılarını dava dosyasına almıştı. Raporu hazırlayan uzman Şeglovin Mart 2011’de Soltese atıfta bulunarak Müslümanlar üzerinden CIA örgütlenmesi yapan Fetullah Gülen örgütü soğuk savaşta bile görülmemiş korkunç bir sinsilikle içimize sızıyor demişti.
3. Soru
Eski KGB ajanı Markow Gülen ve Cemaati için bir mülakatında şu ifadeleri kullanıyor.
“Gülen hareketi yaklaşık 20 yıldır CIA güdümünde çalışan ve Orta Asya’da bağımsız devletleri ve Çin’i etkileyen bir çalışma ofisidir. Türkiye’de de Gülen cemaati terörün arkasında yatan güçlerdendir. Gülen hareketi Kürt bölgelerinde de CİA adına operasyonları yürüttü. (…)Türkiye’deki pek çok suikastin arkasında bu hareket vardır. Çözdüklerini söyledikleri Ergenekon dosyası da bunun bir göstergesi. Türkiye’de ordunun etkisi yüksek ve kötüydü. Ama Gülen hareketi de onlar kadar tehlikelidir. Gülen hareketi bir mistik örgüt modelinin yeni halidir. CİA bunu planladı. (…) Afrika’da da CİA adına kuryelik işleri yapmaktalar. Özellikle orta Afrika’daki faaliyetleri ile ülkelerin kaderlerine dikkat edilirse anlaşılır.”
Aynı Markow, 28 Aralık 2011 Tarihinde Uludere’de yaşanan ve 35 kişinin ölümüyle sonuçlanan olay için şunları söylemişti.
Ergenekon adıyla bilinen seküler asker ağına karşı proxy ve direk mücadele yürüten Gülene bağlı Savcı ve komutanlar Uludere’de F-16′ların savaş moduna geçmeleri için istihbaratı manipüle etmiştir demişti. 7 Ocak 2012
Önceki sorularımızda cemaatin abisi Bülent Şengün zaten bu işbirliklerini kabul etmişti. Ama bir KGB’li mülakatta da bunların çıkmış olması sanırız FBI Ulusal Güvenlik İşbirliği eski  Ajanı Sibel Edmund’un da dediği iddiaları onaylar halde :
Görsel
4. Soru
Bunları birer iddia olarak değil Rusya’nın Gülen cemaatini neden “CİA adına faaliyet yürüttüğü belirlendiği için yasakladı”ğını anlamanız ve vatan hainliğinin boyutunu kavramanız açısından veriyoruz. Ve soruyoruz :
Neden Rusya’nın “Türk milleti açısından önemli noktalarında değil de madeni ve nükleer enerji bakımından zengin yataklarının bulunduğu yerlerde okul açtınız?”
Görsel
Cemaat bunu cevaplayabilir mi?
Cevaplayamaz!
5. Soru
New York Tımes’ta Roger Cohen (Yahudi lobi yazarı) İsrail’in İran ikileminde isim vermeden Türkiye’nin denklemden çıkması gerektiğini belirtirken İnsider Dergisinde de bir yazı yayımlandı. Nisan 2013’teki yazıda “Türkiye Başbakan’ı Gülen cemaati ile savaşa girdi” deniliyordu. Tüm bu psikolojik temel atmanın arkasından ise yine İnsider’da şu başlıkla bir yazı çıkıyor : “Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği Pensilvanya kırsalında sessizce belirleniyor!”
Görsel
Cemaat bunu cevaplayabilir mi?
6.  Soru
Şimdiye kadar hainliklerinin çevresinde dolaştık. Devletlerin kararlarını belirttik. FBI ve CİA adına çalışan ABD’li Ululsal güvenlikçilerin açıklamalarını verdik.
Şimdi cemaate soruyoruz :
ABD’de hangi sunum sonrasında yapınızı  “yeni yapı”nızı belirlediniz?
Bu belirlemede M.Hakan Yavuz ve Dr. Helen Rose Ebaugh’un sizi yönlendirdiği konusunda ne diyebilirsiniz?
Görsel
Yukarıdaki resimde “legal alan modeline göre belirlenmiş olan Medya, Ekonomi ve Eğitim başlıklarının” gerçeklenmesi konusundaki çalışmalarınızın “neden ikincil ‘devrimci’ bir illegalite içerdiğini ve ‘hedef’in devlet olarak ele alındığını” nasıl açıklarsınız?
Açıklayabilir misiniz?
Yahudi aktivist ve araştırması Dr. Helen Rose Ebaugh’un “ingilizce hizmet sitelerinizde neden durmadan üç dinin birleştirilmesinden duyduğu memnuniyeti” ifade ettiğini açıklayabilir misiniz?
CİA Orta Asya ve Ortadoğu  eski şefi ve sonradan Sosyal masa direktörü olan George Fidas’la olan görüşmelerinizi Turkuaz Konseyi ve Rumi Forum gezileri ile maskeleme girişimlerinizi  “dağınık şekilde merkezi” olma düsturu ile düzenlerken hem Yahudi hem Papaz dediğiniz Yahudi lobisi adına araştırmalar yapan Deborah Richards’ı ve CİA ajanlarını defalarca İstanbul’a getirmenizi nasıl açıklarsınız?
Görsel
7.  Soru
Şimdi cemaat bize “ABD’de belirlenmiş şekilde ‘politik çevrelere ve kişilere aktardığı’ paralar” konusunda cevap versin! Kurban, Bağış, Abonelik, Dershane Ücreti ve tabi ki öğretmenlere gider göstermek için verip sonra zorla geri aldığınız  paraları kimlere akıtıyorsunuz?
Bu konuda da listenin bir bölümünü yayınlıyoruz.
Cemaat abileri “ABD Demokrat Senatörler Kampanyasına, Güçlü devlet kampanyalarına, Obama’ya ve Clinton ailesine neden para aktarır?” cevabınızı bekliyoruz!
İhanetiniz ne derecede?
İşte listenin bir bölümü!
Görsel
Listenin çeşitli eyaletlere dağılmış tam hali mevcut.
Sonuç :
Şirketlerinizin ve bağışçılar listesinde adı geçen “yöneticilerinizin” CİA için Orta Afrika’da ve Asya’da kah İsrail segmentli kah direk CİA aracılığı ile gerçekleştirdiği operasyonlar da biliniyor!
Cemaat son günlerde işte tüm bu teşkilatlarla ülkemize saldırıyor!
İhanet son noktada! Cemaat cevap verebilir mi?
Evet, çünkü utanmazların her zaman bir cevabı olur, kanmayın!
Neden İç işlerine bağlı ÖYM yetkisi ile dinleme yapan merkezin kayıtlarında ETÖ soruşturması sırasında cemaat elemanlarından Mehmet U.’nun  alelacele yurtdışına gönderildiğini kim söyleyebilir?
Bu şakirt neyle karşılaşmıştı da “uzaklaştırıldı”?
Dinlenenler arasında kim vardı ve bu şakirde ağır geldi?
Polar network dediğiniz gölge ve derin abilerin farkına varan ama neden sonra bir anda intihar eden yazılım mühendisi konusunda neler diyeceksiniz?
Montajla uğraşadurun apaçık çöküşünüz geliyor!

Halkbankası Operasyonu ya da “Beyt’ül Mal’a İsrail ( ve Gülen Company ) Taaruzu

Giriş :
Gündem hızla savruluyor.
Bu bir tesadüf değil. Zaten inancı olan kişi tesadüf mantığına inanmaz.
Ancak son günlerde “yoğunlaştırılmış kapalı devre istihbarat savaşları” ile hükümet yıpratılmaya çalışılırken bazı şeyler “tam da zamanında” gerçekleşiyor.
Yine söylüyoruz. Bunlar tesadüf değil.
Tüm bu olup bitenler postu modern kızıl tilkilerin yahut koyun postundaki çakalların dizaynı.
Ancak bunlar “uzun vade takvimlerde işaretlenmiş” işler de değil.
Neden mi?
Toplam paydada, dünya paydasında – ve enerji tabanlı istihbarat/iktidar savaşları paydasında – durumu ele alalım.
1. Post
Uzun süredir Mısır ve İsrail ikilisinin Gazze’yi fiziki ve psikolojik ablukaya aldığı herkesçe aşikar. Çeşitli yardım kampanyaları düzenlense de Gazze’de asal sorun elektrik. Yani enerji.
Bu sorunun çözülmesi için birkaç gün önce Ortadoğu’nun iki aykırı ülkesinden biri olan Katar 10 milyon $ tutarında enerji birinci paketini finanse ettiğini açıkladı Gazze için. Haber bizim medyamızda çok dillendirilmedi. Çünkü Gazze konusunda Türkiye’nin yalnız olduğu hissi “işleniyordu”!
Bu finansman ile Gazze yaklaşık 4 ay elektrik sağlayabilecekti.
Gazze’de elektrik akaryakıt istasyonlarında termik şekilde elde ediliyor.
Katar finansmanı çıkarıyor ve Gazze’ye akaryakıt taşıyacağını da açıklıyor.
İsrail ve company rahatsız!
2. Post
Tüm bunlar gerçekleşirken “eşikte” Tıme Of Israel Ali Babacan’ın “İsrail ile ilişkiler Mavi Marmara öncesine dönebilir” dediğini iddia ediyor.
Bu iddia ile aynı zamanda Zaman gazetesinin uzun zamandır sadece “nakleden” Brüksel bürosu Ak Parti’yi Kemalist bir dikta ile suçlarken Ali Babacan’ı övüyor.
Bunlara mukabil Türk şirketlerinin ihracat kapasitesi ve iş yapma kapasitesi tavan yapıyor. OECD ve AB’de büyüme rakamlarında Türkiye AB birincisi oluyor. İşsizlik manipülasyonu ile yaz içinde “işsizlik Eylül’de % 20′yi bulur” diyenlerin “sıcak sonbahar”ının tersine Kasım – Aralık rakamlarında işsizlik % 9.9′da.
Afganistan ve Irak’ın yeniden yapılandırılması için açılan ihalelerde büyük ataklarda bulunan Türkiye ve Türk şirketleri Ortadoğu ve ön Asya çapında en büyük paya sahip oluyor.
Türkiye Rusya ile SWAP anlaşması yaparak hem AB hem ABD’yi iki ülke arasında giderek gelişen ticari ilişkilerde dışarda bırakıyor.
Bunun sonucunda Rusya temel ve en önemli geleneksel politikası gereği temayüllerini yumuşatıyor. Türkiye Rusya’da ticari güçten kaynaklanan bir etki gücüne sahip oluyor.
Özellikle inşaat sektöründe dünya devi haline gelen Türkiye az gelişmiş ülkeler ile gelişmiş ülkeler arasındaki dengesizlikte bir denge rolü oynuyor.
3 .Post
Dünya ticari ölçeğinde yapılan dış satış ve/veya ihale sistemlerinde “teminat” ve “likidite” konusunda 1999 yılında 105. sırada olan Halkbankası 2012′de dünyada ikinci sıraya geliyor.
Toplam yekünlerin transferi, ihale bedellerinin değerlendirilmesi – yatırım ve yatırım sonrası değerlendirilmesi – , uluslararası ağ gelişimi, uluslararası mali genişliği – yüzeysel mali genişlikten ya da işlem sayısı biçiminde matematiklenmiş kümesel bir genişlikten bahsetmiyoruz, birebir mali sistemlere etkisi ve berlileyiciliği bu -, yıllık ilk yarı toplam karları ile birkaç Ortadoğu ülkesini satın alabilecek seviyeye geçişi, toplam ölçekte yapılan ambargoya rağmen İran ile olan işlem hacminde en yakın toplama % 41fark ve İran’a altın ihracatı yapması, İran’dan alınan doğalgazın teminatçısı olması, Gazze’ye Bahreyn üzerinden likit yardımların aktarılması, Gazze’de iş yapan şirketlere de normal akredifi uygulaması..
Bunlar dikkatle incelenmesi gereken durumlardır.
Türkiye ekonomisinin giderek yaptırım gücüne sahip olma gücüdür bunlar.
Peki neden bugün opere edildi Halkbank?
Alınan kişiler suçlu mu değil mi?
Suça karar verecek değiliz ancak…
4. Post
Suça karar verecek değiliz ancak Halkbank soruşturmasını “tesadüfen” tam da bu aralıkta, hükümet ile company gerilimi sırasında gerçekleştiren savcının “operasyonda yer alacak polisleri Türkiye’nin çeşitli yerlerinden ve çeşitli departmanlarından ‘kendine göre’” seçmesi alışıldık bir durum değil.
Mali bir soruşturma için Sivas’tan cinayet departmanı polis çağırmanın peşine düşmek gerek.
Neden böylesine bir “tercih” söz konusu.
Halkbank’ta iddia edildiği gibi bir yolsuzluk varsa neden istihbarattan mali görevliler istenmedi.
Gizlilik olacaksa bu şekilde sağlanır. Company’nin memurları ile değil.
Burada tekrar söylüyoruz, yolsuzluk araştırılmalıdır. Ancak bu zamanlama, seçilen kurum ve “savcı ve ekibi” ve gökten zembille bir anda inen bir soruşturma.
Burada yolsuzluk bahanesi ile “bir taşla dört kuş vurma” hamlesi var.
5. Post
Klasik teoriler ve yukarıda sıralanmış verilerden elde edilecek bütünlük şöyle bir devre kurar : gerilim sırasında ve yargı ellerinde iken tam da İsrailin rahatsız olduğu noktadan hem hükümeti yıpratmayı hem de İsraili rahatlatmayı hedefliyorlar. Bir taş ile iki kuş!
Peki üçüncü kuş nerede?
Halkbankası bu ülkedeki teminat bankalarından en büyüğüdür ve son yıllarda bir dış ihale alacak ya da çaplı bir ihracaat yapacaksanız Halkbankasına uğramak durumundasınız. Yukarıda da belirttiğimiz gibi altın ve inşaat sektöründe Halkbankası önemli bir yere sahip. Kaçak latın piyasasının oluşması önünde engel olan Halkbankası Türk inşaat sektörünün de en önemli destekçisiBu ister company’nin elemanı olun, ister başka bir yerin yahut hiçkimsenin böyledir.
İşte tam da burada üçüncü kuş var.
Company hem hükümeti yıpratma çalışması hem İsrail ve Neo-conları rahatlatma çalışması yaparken bir yandan da Halkbankasındaki geniş “ticari bilgi potansiyeline, bağlantı aralıklarına” ulaşmayı ve böylece “büyüme” tandansının önüne “ileride çekilecek setler için bilgi toplamayı” gerçekleştiriyor.
Peki dördüncü kuş?
Şimdilik bizde dursun.
SON :
Son yıllarda gelişen ve büyüyen ya da büyüme öngörüleri sağlam olan birkaç İslam ülkesinin ekonomik faaliyetleri çeşitli “darbelerle veya müdahalelerle” durdurulmaya çalışıldı. Ancak kimi başarılı oldu kimi olmadı. Mısır en büyük başarısı oldu Gülen company’nin efendilerinin. Katar ve Türkiye ise durdurulması zor ülkelerdi. Graham Fuller’ın Katar’da büro açmasının nedenlerinden biri de bu olsa gerek.
Bu büyüme ve “geri bıraktırma” savaşlarının tabanı son yıllarda (4-5 senelik dilimde) enerji ve mali savaşlara dayalı istihbarat operasyonlarına dönüştü. Ayna, kanon ve kapalı devre biçimlerde yürütülen savaşta Neoconların ve İsrail’in Türkiye üzerindeki en etkili silahı olan Gülen Company beklenmedik şekilde açığa düşünce acil senaryolar ve atılımlar “geçmişteki endişelere bağlı” olarak gündeme geldi.
Hatırlarsanız ABD vekilleri Halkbank’tan rahatsız olmuşlar ve “yaptırım” uygulanmasını istemişlerdi. Bu o zaman için bir istek olarak Gülen company’nin efendilerinin endişelerini betimliyordu.
Son dönemde ise İsrail ve Gazze, İsrail ve İran, İsrail ve Azerbaycan segmentlerindeki gelişimler Türkiye’de içerdeki gelişimlerle ters paralel bir hal aldı. İsrail ve eneri yolları endişesi taşıyan ABD için Halkbankası minvalinde Ak Parti’yi sıkıştırmak için en elverişli zaman tam da bu zamandı.
Bu yazı ve buna benzer yazılar için doneler olmasına rağmen beklenmedik bir “kaos” küpü yanal olarak dağılmaya başladı. Bu yazı da bu nedenle acil olarak kaleme alındı.
Bu yazı gerçek Müslümanlara ve ülkesini seven herkese Gülen company – Chp company – ABD – İsrail hattına karşı durmayı öneriyor.
Çünkü bunlar kuzu postundaki çakallardır. Sizi yaşatmazlar.
Unutmayın çakallar leş yiyicidir!
Ve çakalların yuvası “polar network”tür!
Bu açılımı da ilerleyen günlerde sizinle paylaşacağız.

What is company? – ABD’deki “derin” cemaat mi, ABD’nin “derin” cemaati mi?

                                                         What is company?
                          ABD’deki “derin” cemaat mi, ABD’nin “derin” cemaati mi?
GİRİŞ :

Maalesef belirli bir zaman dilimini işgal etmiş kitlesel/kütlesel her türden hareket zamanımızda tarihsel bir aktör gibi ele alınıyor. Reaksiyonel bile olsa ve aslında çok küçük bir paya işaret etse de bu algı hayatımızın kitle iletişim araçları ile ne kadar küçüldüğünün bir göstergesi. Bu göstergede de, görüngüsel ve anlamsal olarak gözden kaçan önemli unsurlardan biri – bir önceki cümlede geçen – “pay” sözcüğüdür.
Bir hareketin tarihsel bir etki içermesi onun paydasal olması anlamına gelir. Yani herhangi bir bütünün kendinden eksik parçaları ile bütün olması.
Bu kesin bir metafizik (ayetlerin total tutarlılıkları ve tekilin total olanla birebir tutarlılığı) ilke olduğu gibi kesin bir maddi ( beden, içinde birbirinden eksik ve farklı organlar ile bütündür,tutarlıdır) ilkedir.
Bu bakımdan bu yazı/çalışmada ele alınacak olan genelde Gülen Hareketi diye anılan “müphem yapının” tarihsel bir aktör olmadığı, bütün ile (inançsal bütün – toplumsal bütün – ahlaki bütün – Milli bütün ile) kapsayıcı bir ilişkiye girmediği en baştan kabul edilmiştir.
Eğer ki kabul edilmemiş olsa idi, zaten bu yazı meydana gelmezdi.
Minval olarak Gülen hareketi denilen hastalığın (bütüne ilişkin maddi örnekten hareketle siroz belirtileri taşıyan karaciğerin kalbe ve beyne egemen olma histerisinden kaynaklı hastalığın) ilk başta belirttiğimiz üzere sadece “zamanı işgal etme” durumu kabul edilip kendinden menkul tarihsel figür oluşu reddedilmiştir.
Gülen hareketi ancak bir figüran olabilir.
Figüran olarak da zamanında çok beğenilmiş ama artık adı unutulmuş eski bir filmdeki yardımcı rollerden biri kadar.
Çünkü film bitti.
Işıkları yakıyoruz.


1. Bab

Işıklar nasıl yanacak?
Aslında son birkaç yıllık pratikte toplumsal gelişimin iletkenliği bize bazı parlamalar görmüştük. Bu parlamalar son iki aylık süreçte Gülen hareketinin ameliyat masasına etraflıca ve korkusuzca yatırılması ile daha net hale geldi.
Artık kimse “hastanın masada kalmasından korkmuyordu” çünkü.
 Yine de arada kalan bazı “kült-ahlakçı”lar ve “sürekli-barış”çılar perdeleri “eski oyuna geri dönmek üzere” çekmeye çalışıyordu.
Dikkatler dersane,MGK kararları manipülasyonu ve yan konularda yoğunlaşmıştı. Daha önce olduğu gibi. Her şey analojik; devir daim eden kapalı bir devrede anahtarın yerinin değiştirilmesinden ibaretmiş gibi döngüsel bir şekilde kitleleri bir alana odaklamıştı.
Bir önceki ve birkaç önceki döngülerde olduğu gibi.
Herkes bir alana bakarken arka bahçede “dostlar alışverişte” idi. Ama bu kez görünmek istemiyorlardı.
Kim bu “dostlar”? Ya da “Truva atının marangozu kim?”


2. Bab

Geçtiğimiz günlerde haber merkezleri ve gazetelerin internet sitelerinden bir haber geçti. Küçük, manşete yanaştırılmamış, “rutin” bir haber.
Habere göre ABD’de Gülen’e yakın okullara FBI baskın yapmıştı.
Haber Türkiye’de Gülen hareketi hararetle tartışılırken hiç de “patlamamıştı”. Oysa Türkiye ana akım medyasının/timsahının tam da ağzına göreydi.
Usulca kayıp giden bu haber fokuslanmış kitlelerin de dikkatini çekmemişti. ABD’deki olaydan zaten bize neydi.
Birkaç gazeteci şöyle bir tozunu almış, kah cemaat karşıtı olanlardan alkışı almış kah cemaatçilerden küfrü yemiş; ama iki durumda da cilasını atmıştı.
Peki bu haberi buraya taşıyan, cemaate company dedirten başlığı attıran; onu ABD’nin “elemanı” yapan neydi?
Bu haber ve bu haberden önceki kapalı devre işleyişi!
Nasıl mı?
Gülen okullarına ilk baskın değildi bu. 2007’de ve 2011’de de Gülen okulları aynı türden baskınları yaşadı.
Duymamanız normal zira FBI soruşturmaların bilgi paylaşımına kapalı olduğunu belirtti her defasında. ABD’nin ünlü evanjelik-fanatikleri bile tek kalem oynatmadı ‘işte görün bakın’ naraları atmadı.
Birkaç bölgesel gazete ve gazeteci olayların üzerine gitse de FBI her zaman aynı cevabı verdi : Gizlilik.
Oysa ABD’de mali soruşturmalarda “kamu güvenliği” şerhi yoksa FBI bilgi paylaşımını yapıyor.
 Yalan da olsa bir bilgi veriyor-du. Ancak bu “alışveriş”lerin hiçbirinde ilk nedenden yani baskının neden yapıldığından başka tek bir satır bilgi paylaşmadı FBI.
Bunda garip ne mi var?
ABD’de avukatların bilgiye ulaşma hakları konusunda az çok haberdar olan biri bir avukatın bile bu soruşturma bilgileri gizlidir cevabını aldığını duyunca bu işte bir “FBI yeniği” var der.

3. Bab

Geçtiğimiz günlerdeki baskını haber yapan gazetelere yaptığımız bilgi-belge paylaşma talebini oldukça nazik karşılamalarına rağmen kendilerinin de FBI’dan bilgi-belge alamadıklarını sadece baskının nedenini öğrenebildikleri cevabını aldık.
Normal olup olmadığını sorduk, hiç normal değil ama Gülen okulları ile FBI arasındaki bu karşılıklı kapalılığına alıştıklarını belirttiler.
Daha önce de oldu!
2007 yılında Gülen’in beraat etti. FBI okulları bastı. Belgeler alındı. Gizlilik ilkesi yürütüldü.
2011 yılında da Gülen okullarına soruşturma açılıyor. Arkasından da 7 Şubat geliyor 2012’nin hemen başında.
Dersane bahanesi ile “kaşınan seçim süreci” cemaatle hükümet-toplum arasında hızla tartışılırken bu kez beklenmedik şekilde açılmak zorunda bırakılan kartlar nedeniyle Gülen okulları FBI tarafından temizleniyor.
Bunun imkansız olacağı görüşü elbette aşikar ama daha bitmiş değil anlatacaklarımız.
Anlattıkça “temizliğin” zamansız oluşundan kaynaklanan “kirliliği” de göreceksiniz.

4. Bab

FBI baskın yapmasına yapıyor ama bu arada ABD’deki Gülen vakıflarının FBI ile olan ilişkileri güllük gülistanlık şekilde devam ediyor. Hatta FBI Eğitim ve Çalışma bölge şefi Micheal Welch’e ödül bile veriliyor Gülen vakfı tarafından. Ödül verilen kişi Gülen operasyonlarında da yer alan bir FBI sorumlusu. Ödül 2009 yılında company’nin Niagara vakfı yemeğinde veriliyor Welch’e. Welch bundan sonra FBI merkezde önemli bir göreve getiriliyor. “Oyun” yönetmeni oluyor Welch. Gülen company ile olan ilişkisi ise hiç kopmuyor.
Bu ilişkide Gülen company direk olarak okulları üzerinden bir “organik ilişki” kurmuyor. İlişki ağını yaymak kuralına uygun davranıyor ve bir “diyalog” vakfı olan Niagara vakfı ile kuruyor ilişkiyi.
İlişki sadece Welch ile sınırlı kalmıyor. Dan Burton ve Richard Lugar gibi eğitim ve çalışma masası ajanları ile sıkı ilişkiler kuruluyor.
Tüm bunlar olurken 2011 kışı – 2012’den hemen önce yani – bir baskın daha alıyor Gülen company okulları ve yakın okullar. Ama gidiş yolu ve sonuç aynı.
Yani gizlilik ve bilgi paylaşımının olmaması.
Birkaç yerel televizyon görüntüsü sayesinde Gülen company okullarından el arabalarınca dökümanın FBI araçlarına yüklenişi görüyoruz. FBI açıklamayı resmi olmayan kanallardan yaparak emlakta sahtecilik, vergide usülsüzlük, çalışma koşullarında usülsüzlük, çıkar amaçlı grup oluşturma olarak belirtiyor. Daha sonra ise ses yok. Geçtğimiz günlerde de olan şey aynı.
Biraz düşündükten sonra Gülen company’nin geçmişte Wikileaks belgelerinde geçen CIA işbirliği bu konuda aydınlatıcı oluyor.
Company genel manager F.Gülen’in ABD’de ikametine referans olan CIA İstasyon Eski şefi George Fidas.
Yine CIA Orta Asya ve Kafkasya Operasyon Eski şefi Robert Baer kendisinin şeflik döneminde Orta Asya’da ABD kökenli hiçbir CIA ajanının çalışmadığını belirtiyor.
Baer döneminde Gülen company Orta Asya Türki Cumhuriyetlerinde hızla okullar açıyordu. Bunun bir tesadüf olmadığı açık olsa bile destekleyici bir nokta olarak Fidas’ın daha sonraki konumu bize açıklayıcı bir yol çiziyor.
Fidas ve CIA manager Gülen için ikamete referans olduklarını yalanlamazken aynı süreç içinde Fidas CIA’de – Welch’in FBI’da ettiği gibi – terfi ediyor ve Anazli ve Üretim için Merkez İstihbarat Müdür Yardımcısı Sosyal Direktörü oluyor.

5. Bab

Bilindiği üzere CIA geçtiğimiz senelerde 9/11’den kaynaklı  “iç operasyon yetkisi”ni FBI’a devretmişti. Artık ülke içinde çevre-çeper veya uzak operasyonların “yansıma operasyonları”nı yürütemeyecekti. 9/11 psikolojisinden kendi anakarasını sıyırmak düşüncesi ile yapılan bu yasal düzenleme ile iç operasyonlarda FBI kullanılır oldu.
CIA için Orta Asya’da ve Afrika’nın özellikle okyanus kıyısı ve Orta kesiminde “okul” paravanı ile etkin şekilde çalışan company’nin son dönemde beklenmedik bir “karşılık” alması FBI’ın ülke içindeki ağını “temize çekmesi”ni gerektiriyordu.
Olası tüm genel “iyimser” teorilerin ABD’nin yasal kurumlarının kendi yasalarını hiçe sayması ile yıkıldığı bu ortamda company dediğimiz Gülen Hareketinin aslında Müslüman toplum içine sokulmuş bir Truva Atı olduğu da ortaya çıkıyor.
Diğer yandan da Wikileaks belgelerinde ABD başkonsolosu ve vekilinin manager Gülen’den bahsettikleri “özel, gizli, kişiye özel” başlıklı telgraflarda manager Gülen için aracı olanlardan biri olarak Graham Fuller adı geçiyor.
Kimdir Graham Fuller?
CIA Orta Asya İstasyon Eski şefidir.
Washington Post’ta manager Gülen’i öve öve bitirememiş bir CIA şefidir.
Peki iç operasyonlardaki bilgi kapalılığının üzerine company ve manager Gülen’in CIA’nın teşvikli bir kolu olduğunu anlatmak için “bavul” mu bekleyeceğiz, hayır.

6. Bab

Gülen company’nin ABD’deki büyümesi enteresan şekilde hızlı iken akıllara manager Gülen’in ABD’de ikamet almasının neden uzun sürdüğü sorusu gelebilir. Bu ikili bir ayağa sahip durumu önce ABD içinde “beklenmedik” şekilde “hızla” büyüyen company’nin “sektörü” ele alışı şeklinde yorumlamak gerekmektedir.
ABD’deki charter okul sistemi geçtiğimiz ay içinde Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın önerdiği sistemle neredeyse birebir aynıdır. Charter sistemde özel bir girişim olarak açılacak olan okul öğrencilerinin “masrafları” devletin elde ettiği gelirlerden ödenir. Bu sistem “kiralama” sistemi olarak da adlandırılır. Gülen company bu sistemde ABD’nin en büyük ağlarından birine sahiptir : 155 okul ile.
Bu 155 okul ile 27 milyar $ hacme sahip ABD charter sisteminde Gülen company net bir ağırlığa sahiptir. Taraflı ABD’li araştırmacılarca sektörün % 45’i tarafsızlarca %35-40 kadarı Gülen company’nin elindedir.
Ne var ki iki taraf da gelenek sahibi onca eğitim şirketine pek çok yerde charter izni çıkmazken Gülen company’nin izinleri ve teşvikleri peş peşe almasını anlamdıramadıklarını belirtiyor.
Peki Gülen company nasıl böylesi bir hızla büyüdü ABD’de?
Siz de CIA şeflerinden bir referans listesine sahip olur ve FBI masa şeflerine ödül verir ve bunlardan önce Orta Asya ve Ortadoğu operasyonlarında paravan olursanız size de izin verebilirler! Bunların verilerini yukarıda sıralamıştık.

7. Bab

İnanç Babı.
Gülen company’nin sadece siyasal olarak ABD’nin cemaati durumunda olduğunu düşünmek onun – geçtiğimiz günlerde yayımlanan nağmede manager Gülen artık kendileri içinde “her türden” insan olduğunu kabul etmiş olsa da – dini bir cemaatmiş gibi görünme algısından kaynaklanan gücünün arka planını anlamamak olur.
Yukarıda bahsettiğimiz “istihbarat ilişkileri içinde”Gülen company sadece İslama karşı İslam’ın önemli bir argümanı oldu hristiyan dünyası adına. Amerikan projesi olan Taliban’a karşı yine – lokal – bir Amerikan projesi haline geldiler.
Bunun en büyük destekçilerinden biri de CIA bölge eski şefi Graham Fuller oldu.
RAND adındaki şirket-vakıf ile dinler arası diyalog çalışmalarını hem ABD hem de Papalık merkezli eşgüdümde yürüten Graham Fuller Gülen company’nin Orta Asya Türk Cumhuriyetlerindeki örgütlenmelerinde etkin rol aldı. Washington Post’ta Gülen’i “okumuş ve diğer cahil müslümanlardan ayrı” biri olarak övdü. Papalık görüşmelerinden sonra ABD Başkonsolosunun manager Gülen için “müttefik” olarak yaptığı girişimlerde perde arkasında durdu. Research And Development yani RAND denilen CIA ve Pentagona askeri strateji danışmanlığı yapan şirkette çalışırken Cezayir kökten dinci laboratuvarı yönetti. İlk defa bu sırada Ilımlı İslam cemaati kurulmasına ön ayak oldu. Başarısız olunca Amerika’ya döndü ve yeni kurmak yerine dönüştürmenin daha doğru olacağına karar verildi. RAND ılımlı islam/diyalogçu Müslümanlar cemaatleri kurulması yerine mevcutların dönüştürülmesi kararı verildi. Karar 1997 Aralık ayında verildi. Şubat 1998  Fethullah Gülen Paya diyalog mektubu yazdı. Daha sonraki Mart ve Nisan aylarında dünyanın farklı ülkelerinde 4 cemaatten daha aynı minvalde mektuplar vatikana ulaştı. Mektupların iskeletini Graham Fuller belirledi.

Bir mülakatta Fuller, kendisinin manager Gülen için bir referans durumu olmadığını ancak halefi George Fidas’ın bu konuda girişimlerde bulunmuş olabileceğini söyledi. Böylece bu soruya cevap verme işi CIA’ye kalmış oldu. CIA bu iddiaları hiçbir zaman yalanlamadı.
Bu sürecin içinde bir süreç olarak Papa ile görüşen manager Gülen kendi imali gibi göstermeye çalıştığı bir diyalogtan bahsetti. Ama bu manager Gülen’in değil ABD ve Papalığın ucu ikinci dünya savaşı ertesinde yeniden şekillenen İslam dünyasına kadar uzanan projesi idi.
Proje esas köklerinden sıyrılmış bir İslam amacını güdüyor, İslam’ı hristiyan dünyasına yedeklenmiş bir alt kültür modeli haline getirmeyi planlıyordu.
Gülen company’nin hizmetlerinden memnundular ve onu devreye soktular. Bu hem proje stratejisi hem de Türkiye egemen vesayetçilerinin sekülerizm takıntısı açısından “olumlu” bir hamle idi.
Öyle de oldu.
28 Şubat gerçek müslümanları ezip geçmeye çalışırken gazetelere baskınlar yapılırken bir “medya aygıtı olarak” company’nin gazetelerinde atılan “takiyye başlıkları” için cunta kılını kıpırdatmadı. Ne de olsa içtihad makamı olarak tanımlanmışlardı.
Gülen company manager Gülen’in M.Kemal’e düzdüğü övgülerle MGK’yı içtihad makamı ilanı etmesi ile Türkiye’li müslümanlardan aldığı tepkileri sindirmeye de çalıştı.
Papa’ya yazılan mektup eleştirileri önce Saidi Nursi de yazdı şeklinde savunuldu. Ama iki mektubun içerikleri açığa çıkınca bu savunma daha abes ve saçma bir kıyasla Peygamber Efendimiz S.A.V de yazdı şekline büründü. Tamamen bir saçmalık olarak bu savunmaların ikisi de çöktü. Zira Saidi Nursi’nin mektubunda “küfre karşı bir ittifaktan” bahsediyor. Dinlerin “birleşmesi” adına bir tek eğilim yahut söz yok. Manager Gülen’in mektubunda ise manager Gülen “Papa’ya hizmetlerini sunuyor” ve diyalog diyor. İkinci hat olan Peygamber Efendimiz S.A.V de yazdı savunması zaten tek bir soru ile yıkılıyor : Manager Gülen’in mektubunda “tebliğ” nerede?
Gülen company’nin İslama karşı İslam atağı bunlarla sınırlı kalmıyordu. Başörtüsü konusunda furuat sözcüğünü kullanan manager Gülen mezhep imamları ve Ashabı Kerim ve Resullullah S.A.V’den gelen pratik süreci reddediyordu. Fıkhi bir mesele olarak füru’nun imana mukabil olmasa da farz olduğunu belirten tüm temel kaideleri inkar ediyordu. Kendi sitesinde bu konuda füruat sözcüğünü kullanmadan “teferruata takılmamak lazım, cami içinde şekilsel ayrılıklar oluşturmamak lazım” diyebiliyordu manager Gülen.
Tüm bunlar olurken “company’nin reklamları ile kandırılmış taban/çalışanların da haberdar” olmadığı bir rezalet Brüksel Sean Jean Baptista Kilisesin’de vuku bulmuştu. Diyalog girişimi çerçevesinde düzenlene bir gecede – gece neden tapınakçılarla ilintili bir kilisede gerçekleşir o da bilinmez – okunan ezanda Eşhedü Enne Muhammeden Resullullah bölümü ezandan çıkarılarak okundu! Company bu rezaleti yorgunluktan oldu diye savunup ardından orada salatü selamlar da okuduk diyerek savundu. Ancak ortalama bir hristiyanın salatu selamın nameli okunuşunda bir mistik ilahi formu nedeniyle tepki vermeyeceğini de bilen onlardı. Ama ezanda okunmadı, çünkü tepki almak istenmedi.
Buna mukabil gelişen bir diğer konuda da Gülen company yine manager Gülen aracılığı ile kelime-i tevhidin yeterli olduğunu söyledi. Cennet bileti dağıtıyorlardı, ortaçağ Papalığının endülüjansı gibi!
İslam’ın ve imanın şartlarından olan Kelime-i Şahadet’i içinde Peygamber Efendimiz S.A.V olduğu için çıkarıyorlar ve üzerine de diğer dinlerle amentüde birliğimiz var diyorlardı.
Tüm bunlar İslama karşı İslam projesi kapsamında İslamı gerçek temellerinden ayırmak için geliştirilen ve daha önce de uygulanmış bir pratiğin yansımaları idi.
Gülen company’den önce de Papalık bu projeyi işlerliğe koymuştu ve Ekber Şah o zaman ki manager idi. İmam-ı Rabbani hazretlerinin ortaya çıkışı ile dağılan ve biten Ekber Şah halkası da Gülen company ile aynı şeyleri söylüyor fakat daha net bir halde arka planı da direk açık ediyordu.
Gülen company ‘nin manager Gülen aracılığı ile “dinleri birleştireceğiz” açıklamalarını internetten bulabilirsiniz. Bu açıklamalar da company tarafından “çiçek çocuk ahlakı” ile reddedilmiş olsa da “akıl hocaları” olan Fuller’ın “kimseyle sorunu olmayan müslüman” tanımına delil olarak Gülen company’i göstermesi bize çok şey anlatıyor.
Yine Graham Fuller’ın inanç konusunda company ve manager Gülen’i ABD’deki diyalog vakıfları olan Niagara vakfı üzerinden şekillendirdiğini görüyoruz. Vancouer’da bir mülakata konuşan Fuller Gülen company’nin ABD  ve İsrail karşıtı gibi görünmek bile istemediğini, kesin müttefikleri olduğunu söylüyor.
Yahudi asıllı bir Ortadoğu eski şefi ile Gülen company flörtü artık bir Papalık rüyasında aşka dönüyor!
Tüm bunların nasıl olur da gerçeklenebilir olduğuna ilişkin nüveleri yukarıda verdik. Aşağıda da internet üzerinden ulaşılabilecek linkler mevcut.
Tüm bunları tararken ortaya çıkan İslama Karşı İslam projesinin ilk etabının mimarı olan Graham Fuller’ın “ılımlı İslam” sözcüğünü ilk kullanan kişi olduğunu da hatırlatalım.

8. Bab

Valkury Babı.
Diğer yandan bahsettiğimiz gibi Gülen company ile CIA-Fuller-Fidas ilişkisinin salt siyasal olmadığını İslamı hristiyan dünyasına önce yedekleme sonra da hristiyanlaştırma politikasıyla eşgüdümlü ilerlediğini belirttik.
Bu eş güdüme de Fuller’ın ağzından 2012 yılının Nisan ayında verdiği mülakatta sarf ettiği sözler şahitlik ediyor. Fuller Ak Parti ile Cemaat/company arasında ilerleyen zamanlarda bir gerilim olabileceğini ve bu gerilimin “eğitim, yargı açılımları, istihbarat” gibi alanlarda tezahür edebileceğini belirtiyor. Diğer yandan da “ayar vermeye” devam eden Fuller Türkiye’de daha çok sol akımın olması gerektiğini savunuyor. Üzerine de enerji politikasında ABD’nin vesayetini reddederek K. Irak ile anlaşan Türkiye’de Kürt sorununu “kaşıyan” sözler sarfediyor.
Hatırlarsanız company’nin ameliyat masasına yatırılışındaki ilk çıkışı “eğitim” konulu olmuş bunu hizmete bağlamış ancak maddi verilerle bu hizmet tandansını yitirmişti. Eğitim konu başlığını daha sonra “teröre bağlama” girişimleri olsa da PKK’nin ileri gelenleri altı ay öncesine kadar “bölgede örgütün önündeki en büyük engelin Nakşi tarikatlar” olduğunu söylemişti. Bu da tutmayınca company “her türden insan”ı kucaklayan anlayışı ile bir basın organına “servis edilen restructured belgeler” ile işi siyasi bir mecraya taşıdı.
Company ve CIA bu adımları atarken tepkinin olacağını kestirdiler. Bunlara karşı Fidas’ın başındaki CIA direktörlüğü “sosyal” çalışmaları yapmıştı. Ancak tepkilerin boyutu tahminlerin üzerinde çıktı. CIA operasyonunun aracı olan Gülen company’in bu denli geniş bir formatta eleştirileceğini kestirememişti.
Fuller’ın öngörüleri tedrici gibi görünmesi istenen süreçe yol yapmaktı ancak sürecin “taraflarından” CIA – company’nin hesapları tutmazken Türkiye içindeki kitlelerin iktidardan duydukları memnuniyet tamamen tedrici bir karşılık olarak beklenmedik aktörlerin işin içine girmesine neden oldu.
Ortalık karşı taraf açısından karıştı.
Company’nin inancı kullanarak oluşturduğu “düşman” algısı bir anda terse döndü. Dönmek zorunda kaldı. Böylece taktik zorunluluk ile Türkiye içindeki siyasi cephede bir mevzi kaybettiler. Savunucuları olan yazarlardan biri istihbarat açısından “garson” tabiri ile anılırken diğeri ise kişisel hınçları ile Yahudi düşünce kuruluşlarına kalem oynatmış bir “dealer”dı.
Aynı süreçte yine CIA – company beklenileni yaptı ve Ak Partiye karşı muhalefet ile buluştu. Bu buluşma da FBI ajanlarına ödül veren, CIA masa şeflerine Türkiye gezileri ayarlayan Avrasya Turkuaz Konseyi muhalefete “rehberlik” yaptı.
Yeri gelmişken ABD içinde etkin bir yere sahip olan Türk – Turkuaz konseyi ABD’nin Orta Asya ve Afrika politikalarında da etkin bir çalışma alanına sahiptir. Son yıllarda CIA Afrika merkezi olan Nijerya’nın hemen yanındaki Benin’de etkinlik gösteren ve güçlenen Türkiye’ye karşı Afrika’da Gana’nın ABD ile olan ilişkilerini düzenleme işi bu konsey tarafından yürütüldü. Zira Nijerya  ve Kenya CIA için stratejik operasyonlarda önemli merkezlerdi. Çevrelerinde giderek güçlenen İslami bir akımdan ziyade Gülen company ile kontrol altında tutulabilen bir “İslam” olması riskleri en aza indirgiyordu.  Bunu zorunlu kılan şartlardan biri de son iki yıldır Mali ve Fransa dengesinde süren Fransa’nın yeniden işgalci-etkin Afrika politikasına dönmesi yatıyordu. CIA ve İngiliz istihabaratları açısından ikinci dünya savaşından beri aktörleri azalmış bir Afrika dengesi artık yoktu. Bu Hint okyanusu kıyı şeridinden başlayarak yeniden yapılanma ve paylaşımı söz konusu enerji hatlarının egemenliği savaşında Afrika alternatifinin de riske girmesi demekti.
Bu riskler dünkü riskler değildi. Gülen company bu riskler çerçevesinde Afrika’da zaten konuşlanmıştı ama etkinlikleri daha belirgin hale geldi.
İşte tüm bu cadı kazanı içinde “kepçecilik” yapan vakıf muhalefeti ağırladı ve CIA adına rehberlik yaptı.
Tüm bunlar bir bütün olarak company’nin gerçek yüzünü anlatıyor.


SON

Afganistan 1975’lerde neredeyse doğu standında en laik devletti. Ta ki sovyetlerin açıktan tehditlerine karşı ABD’nin eli ile Pakistan üzerinden bir “yeşil hat” örgütlenene kadar. Bilindiği üzere Taliban 1994’e kadar Pakistan destekli bir hareketti. Bu destek de dolaylı olarak ABD’den geliyordu. ABD şu riski almıştı : Pakistan üzerinden desteklenecek olan Taliban hareketi sadece Afganistan’da bir değişime neden olmayacak, aynı anda bölgede özellikle Pakistan siyasasında da taşları yerinden oynatacaktı. Bu riskin daha düşük bir zararla savuşturulması gerekiyordu.
Bunun için domino etkisini mas edecek bir havuzun gerekliliği vardı.
Bu havuz için de Türkiye’de her darbe yapanın elini öpen bir Gülen company biçilmiş kaftandı.
 Fakat tek bir farkla. Gülen bir iktidar öznesi olmayacaktı.
Eğer Afganistan, Pakistan ve hali hazırda İran üzerinden Ortadoğuda da Irak ve diğer ülkelerde görülecek bir İslami domino etkisi olursa Türkiye’de yeniden şekillendirilmiş Gülen company ile mas edilebilecekti.
Bu teorinin ayrıntıları buraya yazılamayacak kadar uzun olmasına rağmen genel çerçeve olarak Afganistan’daki iç karışıklıkların 1970’lerin sonunda başladığını, 1980’lere doğru Taliban pratiğinin spontan halden güdümlü hale geçtiğini biliyoruz. Türkiye’de de 12 Eylül darbesi ile ABD’nin bir düzenleme içine girdiği aşikar. 12 Eylül’den sonra her tür toplumsal hareket sindirilirken Gülen company’nin “en az hasarla” ve “büyüyerek” 1990’lara varmasını birleştirelim.  Gülen company’nin bu aradaki büyümesi için Gülen hareketi tarihine bakılabilir kısaca.
1996 yılında Afganistan kontrolünü ele geçiren Taliban’ı mas edecek olan “anlayışın” 28 Şubat’ı içtihad makamı olarak görmesi fıkhi bir yanlış değil de kötü bir tesadüf olduğunu mu söylemeliyiz şimdi.
Bahsettiğimiz istihabarat uygulaması kriminal bir uygulama değildir. Küpsel bir teori ve pratik içermektedir.
Türkiye’nin batı merakı ve çağdaşlığı laiklik ile mendireklemesi ama bunlara karşı halkın çok büyük çoğunluğunun hala dini olarak kendini bundan ayrı görmesi durumu manager Gülen gibi “reformist” bir yapının kitlesel ve “el öpmekten” kaynaklı siyasal bir etkisinin olması hem İslami domino etkisine karşı Türkiye’nin laik kısmını memnun edecek bir “görev”di hem de İslama karşı İslamın, Suudlardan sonraki önemli ayaklarından biriydi.
ABD için neyse ki Gülen company’i etkin kullanmak zorunluluğu ortaya çıkmadı.
1996 yılında Afganistan’ı ele geçirmiş, Kafkaslarda ve Türki Cumhuriyetlerde etkin hale gelmiş, Pakistan siyasi arenasında güç haline gelmiş bir Taliban’ın mas edilme pratiği daha başka bir şekil almıştı.
Ama 28 Şubat’a amin diyen Gülen company’nin işi daha bitmemişti.
Bugün de hala CIA’in “derin” cemaati olarak işleri tam bitmemiş anlaşılan.
FBI’ın iç operasyon ile temizlik yapması bunu anlatıyor.
Ancak bir şey daha var ki CIA’in derin cemaati yada company’nin yönetici-sevkedici kadrosu tam olarak deşifre olmasa bile “fikri ve pratik olarak” açığa çıkmış durumda.
Cemaat/company’e destek veren kendilerini hizmet tabanı olarak tanımlayanların tüm bunları bir süzgeçten geçirmeleri, manager Gülen’in dini kaideler hakkındaki reformist yaklaşımlarını temel dini kitaplardan aslını öğrenerek eleştirmeleri ve eğer bir hizmet seçeceklerse ABD’nin Asya ve Afrika istasyon şeflerine paravan olan, bu paravanlara sadece kitap satışından yılda 9 milyon dolar aktaran “eğitim tüccarlığı dersane” hizmetini değil, milletin hizmetini seçmelerini öneririz.
Diğer yandan böylesine küresel bir “pay” olma halindeki company’nin yazının bu bölümüne kadar aklında tutup kendince açık bulmak olarak gördüğü “tüm bunlar doğruysa Gülen nasıl onca sene mukim hakkı için yeşil kart alamadı” sorusunu da kısa ve net şekilde cevaplayalım.
Manager Gülen’in ABD’ye gidişi kah hastalık kah derin devlet kah 28 Şubat tehditleri olarak lanse edildi. Nedenin aslı ne idi onu net olarak söylemek mümkün olmasa bile bunların hiçbirinin gerçek neden olmadığını söylemek mümkün. Zira manager Gülen tehdit üzere gitmiş olsa yani paravan bunun üzerine kurulmuş olsaydı “kanaat önderlerine sunulan özel sığınma hakkı”ndan faydalanabilirdi. Ama bu söz konusu bile olmadı. Bu yasal bir ibare olarak önümüzde olmasa da ABD’nin araçsallaştırma politikasında yer aldığını herkes biliyor. Hastalık nedeni ile gitmiş olması ise hiçbir tez antiteze ihtiyaç duymayan basit bir denklem. Burada doktor mu yok? Derin devlet ise kesinlikle manager Gülen konusunda yetkisiz. Bunu 12 Eylül’de de 28 Şubat’ta da ve sonrasında derin devletin yargılanmalarına girilirken beraat ettirilen idam davasında da gördük.
Peki Gülen neden zorlandı onu söylemediniz diyenler ABD’de manager Gülen hakkında açılan soruşturmalara bakmalıdır. 25 milyar $ serveti olan biri neden yeşil kart istesin ki diye soran ABD merkez savcılık bürosunun sorusu önemlidir. ABD’nin operasyonel birimlerinin sonradan bu yargı soruşturmasını söndürmesi de enteresandır. Kaldı ki manager Gülen’in resmi-yasal yollardan yeşil kart alma mücadelesinin bir cover up süreci olduğu da açıktır. Yani madem CIA-FBI destek veriyor neden o kadar sürdü delili için müştekil edilmiş bir süreçten başka bir şey değildir. Ayrıca ikamet izni için “araya giren nufüzlu kişilerin” statüleri de bu durumda çok ilginçtir.
Tüm bunlar gözönüne alındığında format büyütülerek ele alınan ve başkaları tarafından ölçeklendirilmemiş bir şekilde irdelenen Gülen hareketinin aslında ABD-CIA merkezli bir “company” olduğu ortaya çıkmaktadır.
Son bab’a valkry bab’ı dememizde kelimenin tam olarak şu anlamı ile ilişkilidir : Bir toplumun başka bir topluma, isteğini benimsetme amacıyla tüm olanakları ve güçleriyle yaptıkları düzenli saldırı..
Company manager Gülen olsa da General Manager Papa’lık ve ABD’dir.
İçimize sokulmuş bu Truva Atının marangozu da yine aynı odaklardır.
Bu yazı bir araştırma takımı ile teatiler yapılarak kaleme alınmıştır ve bu yazıda yöneltilen eleştiri-ithamların yegane muhatabı Gülen company’nin “ağaları ve ağabeyleri”dir. Gönlünü İslam hizmetine adayarak bu company’nin ağına takılmış hizmet insanları bunları dikkate almalıdır.
Dikkat etmelidirler!


Not 1 : Bu çalışma bir “Oyun teorisi” üzerine gerçek kaynaklar taranarak ve iletişimlerde bulunularak üç kişilik bir grubun araştırma ve teatisi ile ortaya çıkmıştır. Bahsedilen tüm isimler, olgular ve kaynaklar için aşağıda linki bulunan bağlantılardan faydalanılabilir. Link dışı kitaplardan direk alıntı yapılmamış. Yeşil Hat Projesi, CIA Tarihi, İstihbarat Teknikleri ve Kaos, Yeni Kaos Teorisi, Emperyalizm ve İstihbarat Savaşları,Enerji Savaşları, 20. Yy tarihi, İslam ve Mutasavvuflar, Ehli Sünnet İnancı, Temel Fıkıh, Ortadoğu Yakın Tarihi, İkinci Dünya Savaşı ve Sonrası….. vb  gibi yayımlardan yararlanılmıştır.


Bağlantılı kaynaklar :

http://www.hurriyetdailynews.com/default.aspx?pageid=438&n=american-media-has-discovered-gulen-charity-schools-2011-03-21
http://www.wbrz.com/news/fbi-raid-another-scandal-for-charter-school-company/
http://my.firedoglake.com/dougmartin/tag/fethullah-gulen-turkey/ 
http://atlasshrugs2000.typepad.com/atlas_shrugs/2013/12/fbi-raids-another-gulen-charter-school-in-louisiana.html
http://www.frontpagemag.com/2012/arnold-ahlert/stealth-islamist-charter-schools-under-investigation/
http://www.fbi.gov/about-us/executives/welch
http://www.nola.com/education/baton-rouge/index.ssf/2013/12/kenilworth_charter_school_subj.html
http://www.boilingfrogspost.com/2013/04/27/bfp-breaking-news-boston-terror-cias-graham-fuller-nato-cia-operation-gladio-b-caucasus-central-asia/
http://www.hawaiifreepress.com/ArticlesMain/tabid/56/ID/4003/VIDEO-FBI-investigating-Gulen-Charter-Schools-parents-pulling-kids-out.aspx
http://www.washingtonpost.com/blogs/answer-sheet/post/largest-charter-network-in-us-schools-tied-to-turkey/2012/03/23/gIQAoaFzcS_blog.html
http://www.democraticunderground.com/10024178994
http://www.turkishnews.com/en/content/2013/06/29/turkish-intel-chief-exposes-cia-operations-via-islamic-group-in-central-asia/
http://www.voicesempower.com/fbi-raids-turkish-gulen-charter-school-in-la/
http://louisianavoice.com/
http://www.radikal.com.tr/turkiye/iste_wikileaks_belgelerindeki_fethullah_gulen-1043218
http://voices.washingtonpost.com/spy-talk/2011/01/islamic_group_is_cia_front_ex-.html
http://www.city-journal.org/2012/22_4_fethullah-gulen.html
http://www.progressivepress.net/the-tale-of-uncle-tsarnaev-cia-chief-graham-fuller-and-a-turkish-islamist-who-lives-in-usa/
http://www.yenimesaj.com.tr/?artikel,12006214/
http://gizlibelge.wordpress.com/tag/graham-fuller/
http://www.habername.com/haber-fethullah-gulen-afganistan-almanya-arap-bagdat-cin-diyarbakir-dunya-graham-fulle-73019.htm
http://en.wikipedia.org/wiki/Charter_schools_in_the_United_States
http://www.haber7.com/guncel/haber/989661-said-nursinin-papaya-gonderdigi-mektup
http://turkishinvitations.weebly.com/gulenist-corporations.html
http://www.pbs.org/wnet/religionandethics/2011/01/21/january-21-2011-the-glen-movement/7949/
http://www.nytimes.com/2013/11/22/world/europe/turkey-its-allies-floundering-tempers-its-ambitions-to-lead-region.html
http://www.ft.com/cms/s/0/f796b9e0-6663-11e3-8675-00144feabdc0.html
http://articles.washingtonpost.com/2013-03-12/world/37644223_1_iraq-and-turkey-kurdish-government-iraqi-government
http://www.youtube.com/watch?v=EzUD2qwjqew
http://www.youtube.com/watch?v=YIqZh-XS8Xs

Küçücük bir çocuk ve kocaman bir UMUT!

     Dün pazar gününün sakinliği içinde bir misafirlikten dönerken 29 Ekim bulvarının orada küçücük bedeni ile bir el arabasını kaldırıma çıkarmaya çalışan minik birini gördüm. Çantamı çapraz asıp “hadi bakalım bir, iki, üç” dedim arabanın ardından itelerken. Araba kaldırıma çıktığında “Allah razı olsun” dedi kocaman bir adam edası ile. “Senden de” dedim. Aynı yöne gidiyorduk. Biraz muhabbet ettik.
    Adı Gürsel’miş. Kağıt topluyormuş. Aslen Boşnaklarmış. Tutunamamışlar büyükşehirde. Bir iş bulunca babası buraya gelmişler. Çok uzun sürmemiş babasının iş hayatı ama savrulmaktan da bıkmışlar. Kağıt toplama işine girmiş babası. Gürsel üç sene öncesine kadar babası ile her gün çıkıyormuş “kağıt işine” – O böyle diyor : kağıt işi. Ama sonra birgün bir görevli görmüş bunları. Gürsel o anı yeniden yaşar gibi anlattı.
     ”Abi nasıl korktuk babamla. Bu çocuğu böyle çalıştırma, deyince o adam.” diyor.
     Çok korkmuşlar. Gürsel babasından ayrılacağını düşünmüş. Ama diye devam etti.
     ”Ama adam bizi ayırmak için dememiş öyle. Devletin kararı varmış. Çalışan çocuklarla ilgili. O yüzden demiş. Bize bırakın arabayı gelin dedi. Biz de kağıtları alırlar dedik. Parasını verdi hepsinin. Biz de gittik. Bana devlet burs veriyor şimdi. Kağıda çıkmıyorum normalde. Derslerim de iyi.Ama bugün çıktım işte”
    “Ama bugün çıktım işte” derken biraz yüksündü Gürsel. Neden dedim, “neden çıktın?”
    Babam hasta ondan, dedi. Hiç soruya yer bırakmadı. Dolmuş küçücük bedeni, kalbi. Anlattı.
    Adını bilmediği bir kan hastalığı varmış babasının. Ama devlet ona da el uzatmış. Emekli etmiş. “Hastaneye hiç para vermiyoruz” diye seviniyordu. Doktorlar bir süre vermemiş ya da verdilerse de Gürsel’in haberi yoktu sanırım. Anlattı bildiğini hastaneleri, zorlukları.
   İlk gördüğümde minicik olan o çocuk dev gibi oldu gözümde.
   Cümlelerinin sonuna doğru, çocuk olmanın verdiği toparlama güçlüğü ile konunun dağıldığını hissettiğimde “bugün neden çıktın o zaman baban nasılsa emekli, senin de bursun var” dedim.
    Arkasından gelecek cevabın emekliliğin ya da bursun kesilmesi olmamasını için de dua ediyordum.
    Ve çok şükür dualarım kabul oldu.
    Hatta hayata karşı tavrı ile “devlet çok iyi abi” sözleri ile gözümde devleşen Gürsel verdiği cevapla beni çok şaşırttı.
   ”Ödevlerim bitti. Evde sıkıldım. Allah çalışmayanı sevmez, der babam hep. Ben de kağıda çıktım abi. Hava da güzel zaten.”
    Gürsel 11 yaşında kocaman bir adamdı.
    Normalde dolmuşa binmem gereken yeri çoktan geçmiştik. Ama hiç de pişman değildim. Gürsel gibi belki kimbilir okul üniforması içinde görsem tanımakta zorluk çekeceğim bir “koca çocuk” beni gelecek adına ve bu devletin geldiği yer adına çok sevindirmişti.
    Dolmuşa binmek için sohbetin kendiliğinden sönmesini bekledim. Yürüdük.
    Gürsel bu sohbet sırasında hep sağa sola bakıyor ve sağlam dediği kağıtları, tabaka halinde olursa daha iyi para ediyormuş, arabanın üzerine istifliyordu. Zahire pazarının oraya kadar indik.
    “Şuradan dolmuşa bineyim ben artık Gürsel” dedim.
    “Eyvallah abi. Allah razı olsun” dedi yine bıçkın bir eda ile.
    Devlet okumayan çocuğu okutur hale geliyordu işte yavaş yavaş. Hasta vatandaşını emekli edip sağlık giderlerini karşılıyordu. Ve bir baba çocuğuna en güzel nasihatlerden birini verip bu ülkede daha çok çalışmamız gerektiğinin resmini çiziyordu :
   ”Allah çalışmayanı sevmez, der babam hep”….

Bir 28 Şubat “ironisi”…

      Arkadaşlar hep makara kukara olmaz.. Madem, başkalarının kan hikayelerini dinlemek hoşunuza gidiyor.Alın size hayatımda yaşadığım en büyük ironinin hikayesi :
Mekan : 1997 yılı Ankara Terörle mücadele şubesi işkence odası..Beni sırf sincandaki kudüs gecesine izleyici olarak katıldım diye,sabah namazı vakti anamın,bacımın gözleri önünde evimden alıp 1 hafta sebebsiz yere tuttukları yer…Daha henüz 20 yaşındayım..O günü hiç unutmam,anamın çığlıkları ve onların elinden almak için çırpınması “Allahınız yok mu sizin,o müslüman olmaktan başka ne yaptı” diye haykırışı kulaklarımdan gitmez…Devletin şefkatli kollarıyla ilk karşılaştığım gün…Şubenin üstündeki şu yazı,aslında nasıl bir yere girdiğimin net özetiydi : “Burada Allah yok,peygamber tatile çıktı”…
Burası aslında resmi kayıtlarda sorgu odası olarak geçiyor,lakin orada sorgudan ziyade işkence yapıldığı için bu şekilde nitelendiriyorum…
İşkencehane pis,kasvetli ve sizden önceki şahısların kan izleriyle dolu olurdu..Burasını kasıtlı olarak temizlemezlerdi ki,buraya girenler psikolojik olarak demoralize olsun ve çözülsünler..Elektrik tesisatı olurdu buralarda,falaka aletleri,filistin askısı,kafanızı soktukları kova veya küvetler,kerpetenler, ve dahi şeytanın aklına gelmeyecek işkence teknik ve aletleri..Tabi bahsettiğim hadise 2000 yılı öncesine ait.Daha sonra giren arkadaşlar daha şanslılarmış..2000 den itibaren hadiselerin ortadan kalktığı söyleniyor..
Her işkence seansında doktor dedikleri bir görevli olurdu..Doktorun görevi özellikle elektrik seanslarında gözaltındaki kişinin nabız ve kalp atışlarını kontrol ederek ölüm çizgisinde işkencecileri uyarıp dozu azaltmalarını sağlamaktı..Gerçi bazen dozu ayarlayamayıp,sanığı öldürdükleri de olurdu.Ölüm nedenine de “hücrede intihar” yazarlardı..
İşkence yapanlar iltimas geçmesin diye,müslüman sanıklara alevi ve solcu polisler,sol görüşlü mahkumlara da sağ görüşlü polisler bakardı..Lakin orada bana farklı bir muamele uygulandı.Bu uygulamanın dışına çıkıldı..
Bana sorguya girenlerin hepsinin koltuğunun altında,ya da masaların üzerinde cemaatin gazeteleri vardı.Polisler bana sık sık “hocaefendinin cemaatine girseydin,bunlar başına gelmezdi,buraya girmezdin” şeklinde telkinlerde bulunuyorlardı..Hemen hepsi nerdeyse 5 vakit namaz kılıyordu.Hatta işkence seansında ezan okunuyorsa,işkenceye ara veriyor, gidip namazlarını kılıyor ve sonra gelip işkenceye kaldıkları yerden devam ediyorlardı..Hatta bir cuma vakti,vicdan sahibi bir polisin, mazgaldan eğilip beni rahatlatmak için “Merak etme bugün mübarek gün,sana ilişmezler” diye teselli verdiği olmuştu…
Orada olduğum bir günün akşamı mazgaldan nöbetçi polislere seslenerek,akşam namazı için abdest almak istediğimi söyledim..Neyse aradan bikaç dakika geçti,kalabalık ayak sesleri işittim.Heralde beni abdest almaya çıkaracaklar diye düşündüm,sevindim..3-4 kişi hücreye girip gözlerimi bağlayıp,yakapaça sorgu odasına aldılar beni.Ben,başıma gelecekleri biliyordum,yine de bir umut önce abdest alıp namaz kılmak istediğimi söyledim.Belki içlerinde ufak bir vicdan kırıntısı kalmışsa harekete geçer de insafa gelirler diye.Oysa imkansızı arıyordum.Karanlıktan hiç gelmeyecek bir sevgiliyi çağırıyordum.Bu hülyadan çok geçmeden uyandım. İçlerinden biri “Merak etme,biz namaz kılıyoruz zaten,sana da dua ederiz” diye istihza içeren bir ses tonuyla cevap verdi.Ve ardından orada bulunan tüm polisler gevrek gevrek güldüler.Gözlerim kapalı olduğu için yüzlerini göremiyordum..Ve ellerim bağlıydı..O andaki ruh halimi burada yazmaya kalksam yinede onda birini bile izah edebileceğimi sanmıyorum.Ruhum sanki iğnenin deliğinden geçiyordu.Yani fiziki zulümden ziyade, o haldeki bekleyiş insana ısdırap veriyordu.Bana Allahtan başka yardım ve güç verecek kimse yoktu o an..Devamlı ona dua ediyordum..Bana güç ve metanet vermesi için.Yolundan döndürmemesi için..Ayaklarımı kaydırmaması için.Eğer orda ölecek olursam şehidlik şuuru vermesi için.Yaşamam hayırlıysa yaşatması için,ölmem hayırlıysa canımı alması için devamlı dua ediyordum…
Neyse bi süre kaba dayaktan sonra,elektrik faslına geçtiler.Üst tarafımı soyup, gögüs uçlarım ve parmaklarıma elektrik bağlı kablolarla elektrik verdiler..Daha sonra ellerimi arkadan bağlayıp beni bir askıya astılar..Adını daha sonra öğrendim..Filistin askısıymış.Adeta vücudunuz yerçekimi ile tavandaki askı arasında paylaşılmaya çalışılıyor gibi.Sanki yukardan ve aşağıdan farklı yönlere doğru sizi çekiştiriyorlar da,vücudunuz ikiye bölünecek gibi.Kollarınızda müthiş bir ağrı oluyor..Sanki kılıç darbesiyle vücudunuzu ikiye bölmüşler gibi.Orada öylece bırakıp gittiler..Ben devamlı kelime-i şehadet getiriyordum..Neyseki çok fazla geçmeden iki kişi geri geldi.Zaten yarım saatten fazla o şekilde kalırsanız vücudunuzda kalıcı sakatlık oluyormuş..Ben 15-20 dakika kalmışım o şekilde..Gelenlerden biri diğerine “tamam indirin hücresine götürün” dedi ve dışarı çıktı.Ağzım burnum kan içindeydi.Odada kalan kişi, askıdan beni indirmeden bi kere daha vurmak istedi ve suratımın ortasına okkalı bir yumruk salladı..Bu yumrukla birlikte ağzımdan kan fışkırdı ve polisin gömleğine bulaştı..Bir anda tiksinerek irkildi,geri çekildi.Ve hayatım boyunca hiç aklımdan çıkmayacak şu sözleri söyledi:
“Ulan şerefsiz gömleğim kan oldu senin yüzünden.Şimdi yatsı namazını kılmaya gidecektim,bu halde namaz kılınmaz.İşin yoksa temiz gömlek ara şimdi”….
Alın size ironi..Bundan ala mizah mı olur…

Quartet Recensendum…


“Aldırmayacak kadar çok mu?”

Çoktu. O an için en zayıf yanı ile öfkesini bileyen ve bunu yıllardır yapan adam için çoktu. Sigarasından bir nefes daha çekti.

“Bilmem, aldırmamak istemiyorumdur belki de. Kötü olmayı ben de istemiyorum. Ama insanlar durmadan sevgimi kullanıyor ve sonra bana bir bokmuşum gibi davranıyor. Aldırmasam, bunun, yani aldırmamanın bir zayıflık göstergesi olduğunu düşüneceklerinden korkuyorum belki de. Yaptıklarını yanlarına bıraktığımı düşünmeleri, bu düşünce ile mutlu olmalarının bir anı bile beni deli ediyor. Birine kötülük yapıp ondan sonra hiçbir şey olmamış gibi hayatınıza devam edemezsiniz. En azından benim dünyamda.”

“Ama bir yandan da yapmak istemiyor gibisin, değil mi?”

“Bilmiyorum. Baraj kurmaya çalışıyorum öfkeme. Hızla gidip çarpacağı, çarpınca küçük parçalara ayrılacağı bir duvar. Yine de barajı aşıp aşmayacağına söz veremem.”

“Anlıyorum.”

Korkuyorum, demek yerine bu sözcüğü seçmişti. Biliyordu ki kimi insanlar anlaşılmadıklarını düşündükleri için tehlikeliydi. Kimileri de gerçekten anlaşılmadıkları için. Ne olursa olsun, onca zamana rağmen karşısındaki adam hakkında bir fikri olmadığından, anladığını belirtmek yumuşak bir nokta bulmasına yardım edecek zamanı kendisine verecekti. Ya da korkusunu – bir daha – bastıracak zamanı.

“Peki sevdiğin insanlar mı bunlar?”

“Artık değiller. Hiç olmaycaklar da. Ne gelecekte ne anılarda. Ve hiç olmamış olanlar da var aralarında. Ama bir zamanlar kesinlikle diyebileceklerim de.”

Sesi buz gibiydi. Bir köy evinin tahta kapısı tipinin şiddetine dayanamamış menteşelerin zorlanan gıcırtısına bir anda eklenen yüksek sesleardına kadar açılmıştı. Orada – karşısında bir şeyler üşüyordu sanki.
Belli etmeden ellerini ovuşturdu kadın. Hızlanan kalbini yatıştırmak için derin bir nefes aldı. – Adam her şeyin farkındaydı -

“Demek ki içinden geleni yaptın yapacaksın, öyle mi?”

“Yaptım. Yapacak mıyım, bilmiyorum. Sorun burada sanırım. Artık yapmak istiyor muyum, istemiyor muyum? Dayanılmaz bir hırsla istiyorum ve büyük bir hüzünle istemiyorum.”

Bir an durdu. Soğuk kelimelerin arasına giren bu ani duruşun yarattığı daha derin ıssızlığın karşısındakini nasıl korkuttuğunu sezdi. Neden sonra:

“Sevdiğim insanlar olup olmadıklarını neden merak ettin?”

Bu sıradan, iç güdüsel bir soru muydu, yoksa keskin ve soğuk bir beynin kurduğu planın ani, yoklayıcı sorusu mu? Her ikisi de tehlikeliydi. Yine de cevaplanması gerekiyordu. Çok duraksamıştı.

“Karşılıklı olup olmaması önemli çünkü. Onlar da seni sevmiş olabilir. Yani, birkaç yanlış davranış onların seni sevmediği ya da seni kullandığı anlamına gelmez. Bence bunu dikkate almalıydın, ilerisi için de almalısın.”

Buz çölünde bir çingene dans ediyordu. Adam sigarasını söndürürken düşündü bunu. – Çingeneyi düşündüğüme göre artık o benim çingenem – Tek bir jest ve mimik dışarı vurmadı bu dansı. Ne kadar aciz ve cahil, dedi içinden. Uzun süredir düşünüyordu bunu. Uzun süredir uzun süren her görüşmede bu düşüncesini güçlendiren kalıplar görüyordu. Masumiyeti yalnızlığındandı, yalnızlığı olmasa o da diğerleri gibi olurdu: Kapıyı açıp sokağa çıktığı an her şeyi alıp satmaya hazır bir duygu pazarlamacısı.
Fakat kapıyı açmıyordu. Bu tüm cahilliği ve acizliğine rağmen onu masum kılan şeydi. – Cahillik ve acizlik öncüllükte yer değiştirebilir demek ki. Onlar bu değişme ile değişmezler ama. Demek ki masumiyet için gereken değişim bunların değişimi değil -
Bunları düşünürken dikkatini tam sağında masanın öte tarafında kahvesini yudumlayan kadından ayırmamıştı. Korktuğunu biliyordu. Onu korkutuyordu. Fincanın geniş ağzını siper edip kendisine attığı meraklı ve endişeli bakışların farkındaydı. – Benden bir şeyler bekliyor. Bugün kapalıyız. -
Sohbetlerinin zaman içinde onun entelektüel gururunu okşaan psikanalize dayalı garip bir hava içine girdiğinin farkında idi. Bu yüzden ele vermemişti. Fakir bir beyin, diye düşündü. Şeytanla oyun oynaycaksanız Faust’u okumuş olmalısınız, dedi içinden bir ses. Buz çölüne doğru savrulan bir ses.
Kadına baktı, sezdirmedi. Susuyordu. Kadının çoğalan korkusunun, merakının ve okşanmasını istediği entelektüel gururunun kadını yeniden konuşturacağını biliyordu.

- Sağdan sola dört harf, utku!-

“Sence de öyle değil mi?”

Biraz daha susmak gerçekte neyi istediğini ele verecektir, diye düşündü. Hep böyledir. Bekledi.

“Ama cevap vermelisin bana.”

İnsanlar. Soru şeklinde servis ederler olumlamanızı istedikleri görüşlerini. Evet ya da hayır için tüm cevaplar hazırdır. O zaman dikkate alınacak bir şey yok ortada. Naif ve içten rolü yapan bu poh pohlayıcı sorudaki gizli onay isteğini karşılamak anlamsız.
Keskin bir rüzgar. Çöl. Buz tanecikleri gün ışığı ile bir oyun oynuyor. Renk bulup değiştiren şey ışık. Buz taneleri sadece bir yüz. Gelip geçici.
Rüzgar. Sessizlik bir çok şeyi büyütebilir, çoğaltabilir. Kimi duyguların leş kokuları gibi. Belki beden değil ama mavi cehennem ateşi ile yoğrulmuş insan ruhu her yerde pis kokuyor. Ölü ya da diri. – Bu esrimeden memnun olmak için vakit yoktu. Daha önemli bir şey vardı. -
Kadını masumiyetin küçük aralığında tutmak için korkuyu kullanmak istemiyordu. Ama mecburdu.
Yakınındaki pakete uzanıp bir sigara aldı. Yaktı.

“Plan çok zaman aynıdır.”

“Plan?”

Çok hızlı tepki vermişti. Gereğinden hızlı. Birkaç saniye, belki üç-dört, makuldü; altı-yedi ise geç. Ama çok hızlı tepki vermişti. İyiydi bu. Masumiyet aralığı genişlemişti. Bir nefes daha çekti sigaradan.

“Daha önce konuşmuştuk.”

Herkes neredeyse, nüans farklarıyla, aynıdır. Perçinlenmek, göğüslerini oksijen yerine onlara suni teneffüs yapan şeytani gururları ile doldurmak ister. Kabarmak. Ellerinin altında iğneleyebilecekleri bir kedi gibi zayıf bir karakter isterler. – Burada olanların bununla bir ilgisi var mı? Elbette. -
Adeta avını bekleyen sekiz dişli bir kapan gibi.
Bu düşüncelerinden bahsederek planı tekrar anlatmaya girişebilirdi. Ne varki kadının cahil gururu konuyu saptıracaktı kuşkusuz.
Bir kibrit parlamasının aralığında tayfun hızıyla geçirdi bunları aklından.

“Tetiği ne zaman çekeceğime ben karar veririm. Plan budur.”

“Tüm katiller böyledir. Yani zamanı onlar belirler. Kurbanın bundan haberi olmaz.”

Şimdi çayırda iki tavşan vardı. Banyosuz filmlerin karanlık ve mor gölgeleri içinde yıldızının tek kanadı kırık eski bir film makinesinden hafsalasına yansıyan iki tavşan. “Kurban..” dedi. Ne soru vurgusu ne de kabullenmemeyi gösteriyordu sesi.

“Hedef, diyelim o zaman.”

Acele ediyordu. Ortada bir hata yoktu. Ama korku vardı. Korku varken ne yoktu? Sigarasını söndürürken daha açık sezdi bunu. Onu rahatlatmak için kendi paragrafına döndü.

“Ben soğukkanlı bir katil değilim. Sevmediğiniz biri size kötülük yaptığında bu kötülüktür. Sevdiğiniz biri yaptığında ise kötüden de öte bir şey olur bu. Neden açık. Herhangi bir kutsal nedenden ya da düşünce fedailiği ile öldürmüyorum. Kişisel bir mesele mi, hayır. Zevk asla. İnkar etmiyorum bir kahve içimi kadar bir keyif var. Ama o kadar. Ancak ben bir anda öldürmüyorum. Ben, ben olarak öldürmüyorum.”

Portakalı yemek için kabuğunu soymalısın.

“Ah, hatırladım. Sen aciz ve sığınmacı bir şekilde onlara yaklaşıyor, peyk oluyordun onlara. Onları çözümlüyordun. Dost ve düşmanlarını öğreniyor düşmanlarına düşman, dostlarına dost oluyordun. Kendini tanıtıyordun. Değil mi?”

Masumiyet korunabildiği kadar samimiyetsiz bir kullanışlığa da sahip kuşkusuz. Yine de, diye düşündü ve “Onlarla konuşuyorum. Hemen önce. Tetikten.”

“Şunu kesinleştirelim mi: dostlarını mı öldürüyorsun?”

“Hayır.”

Bu sözde soru cümlesinin cevabıydı sadece. İkinci tavşan arayı açıyordu. – Demek ki Mikail böyle şeylerle uğraşıyordu: tavşanlardan birinin daha hızlı koşması!
Bardağı eline alıp boş olduğunu anladığı anda kadının kirpiklerinin ucuyla attığı bakışın diğerlerinden uzun sürmesi rahatladığını gösteriyordu.

“Ben dostlarım, tanıdıklarım gibi ayrımlar yapmam. İnsanlar ve ben.”

Çevresindeki elektronik aletlerin çeşitliliği ya da daha renkli kıyafetleri olduğu için modern sayılan insanın aslında on beşinci yüzyıldaki züppe, cahil ve gururlu bir soyludan farkı yok. Küstahlığın açtığı kapıyı ahmaklık kapatıyor hala. Ya da tam tersi. Anlatılabilmesi mümkün ne çok şey bu nedenden dolayı analatılamayacağı için heba oluyor. Bir tür pervasızlık bu. İşte şimdi de masumiyet korku feveranı ile aynı noktaya geliyor.
Bu sihir. Geride kalan tavşan kızıl bir tilkiye dönüşüyor. Sık ağaçların olduğu yere koşan tavşanla arayı kapatıyor. İnce, gergin bacaklarının pirinç seçen bir elin parmakları gibi açılıp kapanışı yavaşlıyor oysa. İleride, öndeki tavşan seyrek çalıların oraya ulaştı. Tazı pirinçleri tane ile taşıyan bir elin parmaklarının dikkatinde başını öne verdi ve durdu. Tavşan çalıların oradan ağaçların arasına girip kayboldu.
Horozu yavaşça indirme zamanı. Her sürek avının haini avcıdır. Bugün bereketsiz bir gündü.
İsgara paketini ve kibriti hızlı bir hamle ile trençkotunun cebine indirdikten sonra kalktı. Düğmelerini iliklerken “Bugünlük bu kadar.” Düğmelerle cümle eş zamanda bitti. Kadını masanın diğer tarafında tam karşısına aldı her zamanki gibi başı ile nazikçe selamladı. Geriye çıktı. Sandalyeyi düzeltti ve denize bakan pencerenin önünde kadını kurgusal düşünceleri ile başbaşa bıraktı.
Odadan koridora, koridorun sonunda sol taraftaki merdivenlere ölçülü adımlarla ilerledi. On üç basamak. Merdivenlerin onu ulaştırdğı sofayı geçip bahçeye açılan kapıya geldi. Bahçeye çıktı. Kapıyı özenle kapattı. İki tarafı adını bilmediği çiçeklerle bezenmiş bahçeyi katetti. Dış kapının mandalını kaldırırken geriye döndü, baktı. Yola çıktı. Kapıyı kapatırken tekrar baktı. Mandalı yerine oturtunca iskeleye inen yokuştan inmeye başladı. Bir sigara yaktı.
İskeleye kadar yirmi iki dakika. Saatine baktı. Vapura yirmi beş dakika.
Çevresine, insanlara ilgisiz yürüdü. Bisiklet binen balon etekli kadını görmedi. Faytondaki almanları. Elele yürüyenleri de.
Karakol. Kritik nokta. Sakin.
Hala orada oturuyor olmalı, pencere kenarında. Polisler sakin, sohbet koyu. Vapura on dakika. Sol taraftan. Kafeler, lokantalar.
Meydandan tekrar sola. İskele.
Küçük büfeden bir paket sigara, yeni bir kibrit. Önlem.
Gişe. Kadıköy bileti.
Çığırkanın sesi yükseliyor. Beş dakika. Bilet kontrolü.
Arka taraftaki ahşap sıralar. Siren.
Vapur sireni.
Sular köpürüyor.
Sırtını geceye veren herkes acı çekmiştir, demeliydim. Ya da…
Artık önemi yok.
Çingene, el sallıyor!
Yine geleceğim, yine…..

ESKİ BEYRUT’TA DANS..



Sözcükler ağzından engebeli bir yokuştan koşarak inen küçük sözcükler gibi dökülüyordu : iki yakası birleşmeyen toprağa ne denir biliyor musunuz?
Sonunda olan oldu, ayağı en büyük taşa takıldı ve soruyu kendi cevapladı : Filistin..
Kuşkusuz makarna için kaynatılan suya tat vermesi için koyulan şarap doğru hesaplanmamıştı. Zaten fransız bir ahcıdan makarna istenmemeliydi. Durum tamamen buydu. Beyrut’ta garip bi akşamdı.
Kuzey kuşkusuz yokuşa tırmanmaktı. Başı sallanan gözleri bayılmış bu adamın adımları ise boşuna idi. Ne kadar da düşse yere vuramayacaktı. Bazen olurdu böyle şeyler. Bir anda hatlarda bir karmaşa olur, ölçüsü kaçmış rum şırası akıl duvarlarını yıkar ve kalbin en acılı, en savruk, en keskin, en öfkeli yanları her şeyi kaplardı. Öyle olmuştu. Düşüş ve taşkınlık.
Herkes ona bakıyordu. Önemli değildi onun için. Çünkü her şey daha önce bir yerlerde olup bitmesine rağmen bozuk bir makine gibi aklının kirli perdesinde tekrar tekrar tekrar ve tekrar oluyordu. Birileri vardı. Birileri yoktu.
Hayat tersinmez olabilirdi ama acılar için bunu net olarak söyleyemiyoruz. Bu adam, Ruhat, işte bunu ispat ediyordu.
Bazen anlama’nın dairesi ortaklaşmanın söze dayanmasından daha geniş bir çerçeve istiyordu, bu öyle anlardan biriydi. Kim anlayabilirdi Ruhat’ı burada? Pek az kişi. O pek az kişinin de çoğu onu duygusal bir kaybeden olarak görürdü. Ama Ruhat’ı tanımak onun üç kardeşini gömdüğünü bilmek, evi roketlendiğinde içerdeki annesi ve eşini kurtarmak için vızıldayan çelik arıların içinde onunla eve koşmaktı. Bunlar olmadan Ruhat’ı anlamak olmazdı.
Olmadı da.
Bazı şeyler bazıları için sadece bir derttir. Bazıları için dert olan o şeyler ise başkalarının hayatıdır. Sufli bir dert yakıcı değildir, derler. Onun gibi bir şey. Ama işte bu yakıcı bir dertti : Filistin.
Yasal dengelerin dışına taşmışların sıkça uğradığı ve intifada kaçaklarının dünyaya dağılmadan önce konakladığı Eski Beyrut’ta ise artık çok şey itibarını yitirmişti. Oysa acının, ölümcül bir acının, dahi bir itibarı olmalıydı. Belki Ruhat onu geri çağırıyordu.
Ruhat’ın çıkışı ile değişen ortamda çelikleşen bir sessizlik vardı. Otomobil tamircileri ve küçük sanayi dükkanları için yapılmış, altı sene önceki bombardımanda yerle bir olduktan sonra Ortadoğu tatili yapacak olan yabancılara eğlencelik yerler kurmak için fırsatçılar tarafından barlara çevrilmiş bir muhitti artık buralar. Eski Beyrut mazide kalmıştı.
Gözlerinde alaycı bir acıma ile yorgun bir adamı süzenler her zaman tanımlanması güç bir cesaret atağının kestirilemez oluşundan korkarlar. Bunu anladım. Bıçakla kesilmiş müziğin ortasında diğer masalardan bakanların çoğunda bu seçilebiliyordu. Ruhat masada toplanırken onların kimilerinin gözbebekleri büyüyüp küçülüyor, kimilerinin bakışları kaçacak yerler arıyordu.
Susmak ve ne olursa olsun demek benim dostluğumun emarelerinden biriydi. Tam da zamanıydı.
Ortada donakalmış garsonun, masalardaki bakışların ve utanmaz fısırdaşmaların arasında Ruhat’a bakıyordum. Başını geriye atıp saçlarını düzeltiyordu. Sonra ellerini  masanın iki yanına koydu.  Etrafına baktı. Acının en kesif anda ve en telafisiz düşüşte bir anda nasıl bir kanat olduğunu anlatıyordu bana bakışları. Yargılarımdan utanmıştım. Çevredekiler ise hala az önceki çıkışın, Ruhat’ın sersemletici derecede aşkın kendine gelişinin hayreti içindeydiler.
Eski militanlar, liberal yazar adayları, üniversite öğrencileri, kaçaklar, iki taraftan da firariler, birkaç turist masamızın üzerinde gözlerini kaydırıyordu.
Ruhat bir anda hepsinin bakışlarını avucunun içine aldı.

“Az sonra sabah olacak. Hepiniz dertlerinize kavuşacaksınız. Gerçek dertlerinize.
O büyük dertlerinizin yanında sanırım biz yapışkan bir asya gününe benzeyen bir yaz öğlesi terlemiş alnımızı kirli mendilimizle silerken öksürerek masaya yığılanlardan olacağız. Önümüzde bir gazete. Ölüm ilanlarının seri ilan gibi basıldığı bir gazete. Kül tablasında Türk tütünü sarılmış sigaramız tüterken. Evet! Böyle ölebiliriz. Eğer daha önce ölmemişsek! Bu bir ajitasyon mu, bazı şeyler gerçektir. Ne yazık ki kavramlarınızın iflas ettiği yere de Filistin denir!”

Çıldırmış bir köpek ormanda çakallara vaaz veriyordu. Aslandan kaçan ve sırtlanla bozuşmak istemeyen çakallara. Ruhat’ın kelimeleri tonlarca ağırlıktaydı. Temaşa ya da ilmi siyasete yer bırakmayan bir ağırlıktaydı. Alt üst olmuş beynim ve kalbimle ona gizlemeye çalıştığım bir hayretle bakıyordum. Her kelimesinde bir anıda, bir acıdan bir kare esip geçiyordu. Kör edici bir yoğunlukta geliyorlardı, arka arkaya. Garson bulduğu ilk boş sandalyeye oturmuştu. Barın oradaki işletmeci sütuna dayanmış ve herkesin sakin kalmasını istercesine bir rahatlık içindeydi.
Yaşamak için nedenleri olan bir insan acı çeken bir insandı. Deneyimlenmiş olan acı bir dahakine daha az acıtmıyordu. Yara her bıçak darbesinde derinleşir. İnsanın feryadını azaltan acıya alışmak değil yaradan yorulmaktı. Bunu anlamak kemiğe kadar inmiş bir kamayla da mümkündü tüm sevdiklerinizi gömdükten sonra yedek şarjörünüzü kontrol etmekle de. Hayat çok garipti. Bazen bir türlü ölemezdiniz. Ne yaparsanız yapın yaşayamadığınız halde üstelik. Bir adım ötenizde olmasına rağmen elde edemediğiniz onca şeyin yoksunluğunda yaşamak garip bir şeydi. Bilmek batılılarda düşünsel bir acı verir, bizde ise önce kalp acır. Böyle diyordu Ruhat.

“Kalkerli portakal bahçelerinde bomba çukuru veya yangından arta kalan biraz yeşil iyi bir özlem nedenidir. Denizden gelen koku da öyle. Yosun,tuz ve elimizi gözümüze siper edip bakamayacağımız o uzak yerlerden gelen flora ile karışık deniz kokusu. İyi nedenlerdir bunlar. Üzerinde tel örgüleri olan beş metrelik bir duvar ile çevrili,denize sadece yüz metrelik bir bahçede yaşıyorsanız birkaç iyi nedeniniz olmalı. 1985 yazı böyle geçti. Biz o denize hiç giremedik. Orada olduğunu bilmek yetiyordu. Özgürlük gibi. Orada bir yerlerde idi. Ama kesinlikle burada değil. Bu topraklarda değil!”

Çünkü ruhlar yenilenmedikçe olmayacaktı. daha çok ölmemiz gerekiyordu belki de. Belki de daha çok ölemediğimiz için olmuyordu. Ne olması gerekiyor?

Cam kırılması gibi bir soruydu bu. Herkesin bir sıyrığı vardı. Arşın için iki kol da kırılmıştı o an. Ruhat hiçbir plan gözetmeden ama düğümleri iyi atılmış bir halatı herkesin boynuna aynı anda geçirmişti. Ne olması gerekiyordu?

“Dün birkaç haber dinlediniz. Ambargo ve tünelleri okudunuz. Vah ki ne vah! Belki birkaçınız sarhoş olmadığınız bir gece intifada şehitleri için Yasin okudunuz. Belki para topladınız. Belki sayfalar dolusu yazdınız. Belki televizyonlara konuştunuz. Oturup çocuklar gibi tepinerek ağladınız belki. Belki küfrettiniz ve bir an için sizi keskin bir noktaya taşıdığınıza inandığınız silahınızı tuvalette sakladığınız yerden çıkarıp ‘evet şimdi bu sefer gidiyorum ve hepsinin canına okuyorum’ dediniz. Ama hala buradasınız. Çünkü hiçbiriniz gerçekten dans etmeyi bilmiyorsunuz! Çünkü nefes almak hiçbir zaman sizinki kadar ucuz değil orada. Evet, titreyen ellerim ve önümdeki boş kadehlerle burada sizinle olmam benim de dans etmeyi bilmediğimi gösterir değil mi? Haklısınız! İyi bir dansta taraflar ölmeli ve ruh dağılmalıdır!”

Dans asla iki kişiden ibaret değildi. Her zaman insan ruhunu aşan, onu tanımlayan ve onun tarafından tanımlanan ve tanımalandıkça yine tanımlayan bir gayya gibi başka bir şey de vardı dansta : Müzik. Tek başına notalar ya da seslerle anlatılabilecek bir şey olarak gördüğünüz şey müzik değildi. Elif, Lam, Mim. Buradaki ruh bir ses ve ölçü dışındaydı. Hayatın müziği de öyle. Ölümcül bir kaynaşma içinde, kakafonik, üst üste binmiş milyarlarca tını ve çeşitli harmonik diziler içinde ve aritmik detayların çalparasıyla dans etmek için kulaktan daha başka bir şeye, akıldan daha başka bir şeye ihtiyacınız vardı: Bir kalbe.  
Yumruğunuzla eşdeğer olmayan bir kalbe. Sadece aşık olmayan. Garip bir basınç yaşayabilen ve içinde bir hava akımına tutunmuş albatroslar gibi bir çok şeyi sürükleyebilen. Aklı olan ama akılla bağdaşmayan bir kalbe.

“Akıl tüccardır. Ölçülebilir değerler ister. Dolar ya da Sterlin gibi. Varil hesabı yapar ve mermi. Ceset sayar. Daha çoğunu bulunca artık alt değerler sadece birer rakamdır. Altı fazda ya da on sayıda türevler sonsuz derler. Acıdan bahsedince sonsuzluk büyüleyiciliğini yitiriyor ne yazıkki. Bir insanın kalbinde ölçülemez bir değer silsilesinin nerede biteceğine karar veren şey farazi esameler değildir. Hiç, bir 200′lük ağır makineli mermisi gördünüz mü? Bundan bahsediyorum işte! Yaşamaktan, dans etmekten ve elle tutulamayan gerçeklerden!”

Yeniden bir esrime haline girdiği sanılabilirdi Ruhat’ın ancak kesinlikle bilincin doruklarındaydı. Ve kimsede onun esriyip esrimediğini düşünecek hal yoktu. Herkes bir yerlere dalmış kalbine ne olduğunu düşünür gibiydi.
Ruhat ise artık sözlüklerin yetişemeyeceği bir manayı mecazlara vuruyordu. Kurşun yaralarını da sayarsak dokuz yarası olan bu adam vurmaya ve vurulmaya alışıktı. Ancak şimdi inleyen bu çatının altındaki insanların bilinçleri idi.

“Rababe’de ya da El-Bustan mahallesinde doğan çocuklar konusmadan önce dans etmeyi ve bir kaleşnikofu söküp takmayı öğrenirler. Çünkü hayat ölümcül bir müziktir. Duymamanız onun öyle olduğu gercegini degistirmez. En berbatı bile böyledir. O bir ritm sunar. Çınlayan kurşun sesleri ile küçük vurmalılar önce giriş yapar. Buna bir M16 da diyebilirsin. Sonra küçük yaylılar ve alto bir ses. Koroda düzensiz bir enstrüman olarak ağıtlar vardır. Artık şef – parmağı ile gökyüzünü gösterir o an – herkesi kendi haline bırakmıştır. Üç yüzlük toplar ateşlendiğinde Akdenizin öteki yakasında Cebelitarık bekçileri kötü bir rüyadan irkilerek kalkar. Onlar su içerken dudak yuvalarından damlayan sular ile Rababe’de bir çocuk ölülerini yıkar. Sahne tamamen ölülerle doludur. Ama onlar ölmeden önce dans etmişlerdir!”

Ayağa kalktı. Bilinç duvarları yıkılmış ancak kalbin öfkeli, kesif ve onulmaz yaralardan gelen sıçrayışlı anlarının değil, bilakis özbeninin ayakta durmaya çalışan acıları ile durgunlaşmış hali gözüme çarpıyordu. Beni kendi sözde bilgeliğimden utandıran bir halde.
Hadi, der gibi elini savurdu. Kapıya doğru giderken ben de ayaklandım. Ardına düştüm. Bir ara durdu. Döndü. Sertçe bir şey tembihlercesine işaret parmağını sallayarak pimi çekti.

“O son gece saçlarından savrulan geceye baktı, durdu, nefes aldı. En acısı buydu. Pervaza dayanıp bir şarkı tutturdu. O şarkıyla sabahı bulduk. Gölgelerin içinde bir şeyler var, dedi. Başını eğmesini söyledim. Omuz silkeledi. Korkmuyordu. Öğlen kentin balo salonunda devrilmiş masalara rağmen vals yapmaya çalışan birçok beceriksiz fakir çocuğun arasında elimde bir otomatik silahla evime doğru giden roketi gördüğümde koşmaya başladım. Alnımda inanılmaz bir direnç oluştu. Artık neyi soluduğumu biliyordum. Koştum koştum koştum. Bir anda perde atlamıştık. Yakıcı bir seviyedeydik artık. Adagio’dan agitato’ya! ciğerlerime dolan şeyin tıpkısı alnımda patlarken ben bir zencinin çaldığı piyanoya yetişmeye çalışan zavallı bir kaval gibiydim. Hem acınası hem uyumsuz. Patlama olduğunda pes bir perde yakaladı hayat. Çağrışıma kapalı bir uğultu. Ne demek istediğimi anlıyor musunuz? Acının yenilir yutulur tek evresi o dolce hum evresi. Ama birden her şey eski halini aldı. Şiddetli bir yanma içimde dışımda karşımda. Dans sonuçlarını vermişti. Ölüler için artık yaşayanların ve müziğin bir ehemniyeti kalmaz anlıyor musunuz? Ama yaşayanlar için hala dans etmek gibi bir umut vardır!”

NİMBÜS – tiyatro oyunu –



NİMBÜS
KİŞİLER :
 37 kişi.

ZÜHRE: Kadın. 30’larında.
FERZAN: Erkek. 30’larında.
CEBRAİL: Erkek. 50’lerinde.
MİKAİL:  Kadın. 50’lerinde.
NİMBÜSTEKİ 1. MELEK:  Erkek. 20’li yaşlarında.
NİMBÜSTEKİ 2. MELEK:  Kadın. 20’li yaşlarında.
ŞEYTANLAR: Beş Erkek. 30’larda.
MELEKLER:  Beş Kadın. 30’larda.
İNSANLAR: On erkek, on bir kadın. 30’larda.

OYUNUN ZAMAN VE MEKANI : Dünyanın sonundan hemen önce. Cennette, dünyada ve cehennemde.

Perde 1 / Sahne 1

(Beyaz kitonlar içinde iki melek sahneye girer. Işık meleklerdedir. Sahnenin ucuna kadar gelirler. Aşağıya bakarlar.)

1. MELEK : Kaç tane oldu?
2. MELEK : Çok… Çok fazla! Gidenlerin çoğu orada öldü.
1. MELEK : Ne zaman bitecek bütün bunlar?
2. MELEK : (Endişeli) Bilmiyorum. Ne zaman bitmesi söylenirse o zaman. Ama ne kadar yakın ya da ne kadar uzak bilmiyorum.
(Zühre sahneye girer. Konuşan melekler bunu hissetmiş gibi birkaç adım geri çekilirler.)
1. ve 2. MELEK : (Aynı anda.) Zühre!
ZÜHRE : (Kızgın) Size nimbüslerden uzak durun demiştim!
1. MELEK : (Kısık bir sesle) Ama kardeşlerim–
ZÜHRE : (Kızgınlıktan sevecenlik ve hüzne doğru bir sesle ) Ne olursa olsun!… Beni anlayın. Ne çok yitimi aynı anda hissettiğimi bilemezsiniz. (Elini gitmeleri gerektiğini anlatan bir şekilde savurarak)Haydi, şimdi ihtisas cennetindeki çocukların korkularını yatıştırın…(hüzünle duraksar, neden sonra kendi kendine) Evren..Evren öyle karışık ki ne sizin nimbüslerden düşmenizi kaldırabilirim ne de cennetteki çocukların korkmasını. Haydi! (Elini savurur) Onlara kevserden içirin. En azından bu ateş toplarının kesif dumanından yaralanmış ruhları rahatlasın.
(1. ve 2. Melek eğilerek geri çekilir ve çıkar. Zühre sahnenin en ucuna gelip aşağı bakar. Zühre aşağı bakmaya devam ederken arkasında beyaz kitonlar içinde melekler ve siyah paçavraları ile şeytanlar, insanlar sahneye girer. İnsanların birbirleri ile mücadelesi canlanır. Melekler ve şeytanlar yokmuşçasına insanlar aralarında kavga ederler, birbirlerini öldürürler. Melekler çevrelerinde durmaları için insanlara yakarırken şeytanlar bıçakların saplarına destek verir. Tüm bunlar yavaş hareketlerle mim üzere ortaya konur. Arkadaki mücadelede ilk insan düştüğünde Zühre kulakları sağır eden bir çığlık atar. Çığlıkla şeytanlar kaçar melekler kapanır ve insanlar ölür. )
(Sahne Zühre dışında kararır. Zühre aşağı bakmaya devam ederken olduğu yerde salınmaya başlar.)
CEBRAİL (dış ses olarak) : (Ölçülü bir öfkeyle) Biat ettiğin ne varsa yitirdin! Ne insandan öte ne şeytan ve kölelerinden ziyade değilsin artık! Sana yıkılmak üzere olan sunakta kandan ve candan bir eza layıktır! Artık varlığındaki acının yerini tam olarak bileceksin Zühre! İn oradan aşağı!

(Sahne kararır.)

Sahne 2

(Zühre beyaz kitonundan yoksun, çırılçıplak sahnenin ortasında. Sahne loştur. Bacaklarını göğsüne çekmiş, başını dizlerinin üzerinde birleştirdiği kollarına düşürmüştür. Ferzan elinde bir içki şişesi ile sahneye girer. Sallanıyordur hafifçe. Bir iki küçük adım atar. Zühre’yi fark edince durup bakar. Şişeyi yere bırakır. Bir adım daha atıp dizlerinin üzerinde eğilir bakar. Neden sonra kalkıp Zühre’ye yaklaşır.)

FERZAN : E, şey.. İyi misiniz?
ZÜHRE : …..
FERZAN : (Omzuna dokunarak) İyi misin?
ZÜHRE : …..
FERZAN : İyi olmadığın belli ama, ne bileyim işte ya. (Birden bayağılaşır, Zühre’yi sarsarak ) Aloo!! Orada kimse var mı
ZÜHRE : (Zorlanarak) Evet…
FERZAN :  Hah ya! Sonunda! Ne oldu sana böyle?
ZÜHRE : Düştüm…
FERZAN : Düşeni Allah görür diyeceğim ama bugünlerde sanırım çok meşgul. (Neden sonra endişe ile etrafa bakınır ve fısıltıyla) Kıyamet filan işte, bilirsin.
ZÜHRE : Bilirim..
FERZAN : (Ceketini çıkarıp Zühre’nin üzerine ardarken) Yarım saate kalmaz buralar kaynamaya başlar. Güvenli bir yere gitmen gerek. Ceket sende kalsın. Belli mi olur (gökyüzüne bakar gibi, alaycı) bir puan bir puandır.
(Ferzan dönüp şişeyi almak için adımını attığında)
ZÜHRE: Gidecek yerim yok.
(Ferzan durup Zühre’ye döner)
FERZAN : Hmm..Nasıl yok?
ZÜHRE: Gideceğim yerden geldim. Gidecek yerim yok.
FERZAN : (Düşünceli) Anlıyorum. Peki nereden geldin?
ZÜHRE: Gidecek yerim yok ve çıplağım.
FERZAN: Ben de sarhoşum. Yani. Sanırım. (Güler)
ZÜHRE: (Ceketi sıyırıp Ferzan’a doğru atar.) Beni rahat bırak.
FERZAN: Güneş battığında hayatta kalmak için ya bir ermiş olmalısın ya da iyi bir asker.
ZÜHRE: İkisi de değilim.
FERZAN: (Ceketi yerden alırken) Ne istiyorsan o ol. Ben gidiyorum. Anlaşılan sen de şu sonunda dayanamayıp kafayı yiyen tiplerdensin. Neyse ne. (Şişeye yönelir) Bahçelerden, yıkıntılardan, geniş alanlardan ve ucunu göremediğin ara sokaklardan uzak dur. Şansın varsa bu geceyi karanlıkların içinde saklanarak gölgelere yem olmadan geçirirsin.  (Elini alnına siper ederek ileriyi gözler. Ceketini giyip yakasını kaldırır. Şişeyi yerden alır, son bir kez Zühre’ye bakar. Geldiği yönden sahneden çıkar.)
(Zühre, Ferzan uzaklaşınca çevresine bakınmaya başlar. Sonra başını kollarının üzerine düşürür. Sessizlik olur kısa bir an. Daha sonra garip hırıltılar, küçük inlemeler ve acı nidaları gelir uzaktan. Yavaşça yükselmeye başlar. Ayak sesleri eklenir seslere. Yaklaşıyorlardır. Ayak sesleri de diğer sesler de. Sesler doruk noktasına ulaşınca Ferzan koşarak sahneye girer. Zühre’yi bir iki adım geçmiştir ki hızla geri döner. Ceketini Zühre’nin üzerine atar, onu kolundan kavrar kaldırır. Sürüklercesine Zühre’yi de yanına alır. Sahneden çıkarlar. Onların çıkışı ile aynı anda Ferzan’ın geldiği yönde siyahlar içindeki şeytanların eşlik ettiği cinayet, nefret ve talan kalabalığı sahneye girer. Birkaç insan sahnede ölür. Talan ve karmaşa içindeki kalabalık sahneden çıkarken sahnede sadece yerdeki ölüler vardır. Ölülere vuran ışık dışında sahne karanlık hale gelir. Melekler beyaz kitonları ile bir taraftan sahneye girerken diğer taraftan şeytanlar girer. Bir seronomi gibi yavaş ama ritimli ve düzenli devinimlerle hareket ediyorlardır. Melekler ölülerin üzerine kapanır. Melekler ağıt ve acı içinde olduklarını belli eden hareketlerle yavaşça salınırlar ölülerin yanında. Şeytanlarsa ölülerden birkaçını acı içinde salınan meleklere aldırmadan alıp götürürler. Melekler kalan birkaç ölüyü de alarak sahneden çıkar. Sahne kararır. )


Sahne 3

(Ferzan’ın evi. İki koltuk bir sehpa. )
(Ferzan sahneye girer.)
FERZAN: Giyindin mi? (Duraksar) Ya senin adın ne?
(Zühre sahneye girer. Ferzan ona beyaz bir elbise vermiştir.)
ZÜHRE: Zühre..
(Bir anlık hayranlık bocalamasından sonra)
FERZAN: Şey, güzel. Yani ismin. Biraz eski bir isim ama ölmen için yeterli bir neden değil. (GülerBoş bulunduğunun farkına varır. Koltuğu işaret ederek) Otursana. Bu arada elbise çok güzel olmuş. (Zühre oturunca o da oturur.) Yanlış anlama ama. (Toplamaya çalışır.) Bir şey içer misin? Su?
ZÜHRE: Evet, su.
FERZAN: Hemen getiriyorum.
(Ferzan sahneden çıkınca Zühre etrafına bakınmaya başlar. Kalkar koltukların arkasını dolaşır. Sağa sola bakınır. Neden sonra sahnenin önüne doğru ilerler. Bir perde varmış gibi, açarken Ferzan sahneye girer.)
FERZAN: (Telaş ve korkuyla) Hayır!!
(Zühre mim’i bırakır. Ferzan Zühre’nin yanına gelir. Suyu ona verir.Varsayılan perdeyi düzeltir. Endişelidir.)
FERZAN: Sakın bunu yapma.
ZÜHRE: (Sudan bir yudum aldıktan sonra) Tamam.
(Zühre geriye döner, oturur. Ferzan da onu takip eder.)
FERZAN: (Az önceki tepkisini affettirmek istercesine.) Her yer birbirine girmiş halde. Gündüzler çok tehlikeli değil, en azından benim gibiler için. Ama güneş battıktan sonra her şey değişiyor. Son yıllarda yaşadığım yeri, insanları tanıyamaz oldum. Biliyorsun işte, şu ekonomik kriz. Birkaç ay süren nükleer savaş filan. Hiçbir şey eskisi gibi değil. Öyle işte yani. Biliyorsun. (Neden sonra) Biliyorsun değil mi?
ZÜHRE : Biliyorum..
FERZAN: Tabi ki bileceksin. (Güler) Ya neredensin Zühre?
ZÜHRE: Mekkeliyim.
FERZAN: (Şaşkın) Ne!?
ZÜHRE: Mekke. Bilmiyor musun?
FERZAN: Biliyorum tabi. Ama, ne bileyim. Şaşırdım.
ZÜHRE: Normal.
FERZAN: Öyle diyorsan.
ZÜHRE: Kıyamet ne zaman kopacak?
FERZAN: Ben de tam bunu sen söyleyebilirsin diye düşünüyordum  a-
ZÜHRE: Belki hiç kopmaz.
FERZAN: Yo, yo, yo!! Bütün bu eziyeti daha uzun süre çekemem. Ya bir an önce ne olacaksa olsun ya da her şey eski haline dönsün.
ZÜHRE: Normale dönmesi için tek şansınız var.
FERZAN: (Şaşkın ve soru dolu) Şansınız?
ZÜHRE: Öylesine…Yani öylesine söyledim şansınız diye. Ama sonuçta tek şans var.
FERZAN: Söylentiler var, evet. Her gün yarın deniyor. Ne devlet ne ekonomi ne düzen ne ahlak tüm olup bitenleri geri alamaz artık. Ah, inan parkta öpüştüğüm için beni bastonuyla tehdit eden yüzü sarkmış amcaları bile özledim. Ama onlar kurtarılmış olduğu söylenilen birkaç din merkezine sığındılar. Onlar için burada yaşamak çok zor. Sen de bunu az kalsın öğreneceksin. Ya da öğrenemeden…(Bir anda boş vermişlikle) Amaaan, ne olacaksa olacak. Bize mi soracaklar sanki. Ama yine de söylentiler umut veriyor. Daha geçen gün yukarıdaki hipermarkette yiyecek takas etmek için gittiğimde söylediler. İki gün sonra büyük gün, dediler. Yani yarın. Bakacağız.
ZÜHRE: Ne olacaksa bir an önce olsun bence de. Yaşadığımız her an bu zulmü güçlendiren bir besin kaynağı. Bir an önce ölmek en iyisi.
FERZAN: Diyorsun.
ZÜHRE: Dedim ya.
FERZAN: Tamam tamam. Neyse olan o olsun. En azından bu gece bize ölüm yok. Kapılar üç kat kilitli. Arkalarında dayanaklar sağlam. (Az önce Zühre’nin açmaya yeltendiği pencereyi göstererek) O pencere hariç hepsi dışarıdan ve içerden demir parmaklıklı ve siyah bezle kaplı. O pencere ön cephe olduğu için ihtiyaç duymadım. Nasılsa üçüncü kattayız. Düz duvar. Kimse çıkamaz.
ZÜHRE: (Düşünceli) Üçüncü kat.. Güzel kattır.
FERZAN: Evet, güzel.
(Suskunluk)
FERZAN: Buralara nasıl geldin? Yani neden? Anlat yahu. Hayatını kurtardım biraz tanımamda sakınca olmasa gerek.
ZÜHRE: (Uzunca süzer Ferzan’ı) Çok iyisin. Daha iyilerini de gördüm ama bu çağa göre çok iyisin.
FERZAN: (Gülümser) Biraz kötü alışkanlığım var ama, eh işte iyi olmaya çalışıyorum. En azından kendime karşı. (Merak uyandırmasını bekleyen bir sesle) Peki neden? (Alaycı) Bir puan bir puandır.
ZÜHRE: Bu yaptığın iyi değil.
FERZAN: Ne yaptım ki?
ZÜHRE: Bir puan.
FERZAN: Eee az önce iyiydim hani? Hem bunda ne var ki?
ZÜHRE: Tanrıyla dalga geçemezsin.
FERZAN: Ben tanrıyla dalga geçmiyorum ki. Kendimle geçiyorum. (Durur) Karşımda bir Mekkeli ve ben neden bahsediyorum. Çok özür dilerim Zühre.
(Ferzan yanlış bir şey söylemiş gibi donakalır bir an. Sonra yüzünü kaçırır. Oturuşunu değiştirir. Zühre başını eğer biraz. İlk defa gülümser. Adını ilk defa o bildik – Cebrail/dış ses – dışında duymuştur. Ferzan’ın çekimserliği hoşuna gider. Ferzan gözünü kaçırdığında tebessümle ona bakar. )
ZÜHRE: Önemli değil – . Peki senin adın ne?
FERZAN: Ferzan.
ZÜHRE: Sen gerçekten iyi birisin Ferzan. Sevgi var içinde.
FERZAN: (Sevinçli, heyecanlı, gülümseyerek) Evet! Evet! İşte beni anlayan birisi. Hoş biri bile yokken anlayanı cabası oldu ama. Bu on blokluk çevredeki tüm farelere sorabilirsin ki ben sevgi dolu biriyim! Ve sen de –(Aniden susar)
ZÜHRE: Ben de?
FERZAN: Öyle işte.
ZÜHRE: Peki o zaman. Ne zamandır burada yaşıyorsun?
FERZAN: Sanırım dört yıldır. Ama günler ve aylar zamanla karıştı ve önemsizleşti. Takvim ya da zaman kimsenin umurunda değil. Sadece ya iyisin ya kötü. Ya hayattasın ya da ölü. Tek önemli olan şey bu.
ZÜHRE: Peki sen?
FERZAN: (Gülümser) Sen söyledin, ben iyiyim.
ZÜHRE: Evet… iyisin.
FERZAN: Geç oldu sanırım. Uyumak istersen uyuyabilirsin. Hem yarın dedikleri gibi büyük gün ise hazır olmamız gerekir. Söylentiler doğruysa tabi.
ZÜHRE: Ne söylentisi?
FERZAN: Tek şansımız, diyelim. (Yumruklarını sıkar. Birkaç tane savurur havaya.) Sahaya iniyor!
ZÜHRE: Ne? Kim ?
FERZAN: /(Parmağıyla yukarıyı işaret eder) O.
ZÜHRE: Uyusak iyi olacak sanırım.
(Ferzan kalkar.)
FERZAN: Ben içerideyim o zaman. Sana iyi uykular.
ZÜHRE: Sana da.
(Ferzan sahneden çıkar. Zühre dışında sahne kararır. Bacaklarını koltuğun üstünde göğüslerine çeker. Düşüncelere dalar gibi yavaşça uyur kalır. Işık hala Zühre’de iken.)
CEBRAİL: (Dış ses olarak) Dünya halk edildiğinde….
(Sahne kararır.)

2. PERDE
SAHNE 1

(Zühre koltukta uyuyordur.)
CEBRAİL: (Dış ses olarak) Adem’i o ırmağın kenarına bırakmış dönüyordum ki güçlü kardeşimi Merih’in orada şakaklarından lavlar gib acı dökerek avuçlarında küçük bir ışık tanesi taşırken gördüm. Sordum, bu ışık tanesinden mi acı çekiyorsun? Bir an bana uzattı. O küçücük şua avuçlarıma değer değmez düşmeye başladım. Kifayetsizliği, pervaneliği, deliliği, acıyı ve tek başına bunlara ve bunlar dışındaki her şeye karşı koyan sevgiyi görüyordum, evrenin sonsuzluğunda acı içinde düşerken! Adeta kordan bir gezegene dönmüştüm. Bir yıldızdan daha büyük daha ölümcül. Mucizevi kanatlarım yalımlar içinde aczi tadıyordu. Gözümün önünde parlayıp sönen ve biteviye parlamaya sönmeye devam eden o müthiş alevlerin ve acının içinden, beni tutmak için yörüngeleri sarsan hızıyla yaklaşan Mikail’i seçebiliyordum. Çığlıklarımla parçalanan gezegenlerin infilak kalıntıları arasından inanılmaz bir süvari gibi gelip beni tuttu. Yavaşladık. Acı…Acı azalıyor gibiydi. Varlığımın zerrelerinde tarifi mümkün olmayan ir kamaşma vardı yine de. Alevler yerlerini buğulu, darmadağın evrene bırakıyordu. Mikail beni durdurmuştu. Boştaki elini uzattı. Ver, dedi. Şakaklarımdaki acı korlarını temizlerken tekrar etti. Ver. Avucunu açtı. O küçük ışığı avucuna bıraktım. Sarsıldı. Tek boyu ile tüm evrende gece ve gündüzün yerini değiştirebilecek olan Mikail’in kanatları, bir serçeninkiler gibi çırpındı.
(Cebrail sahneye girer. Konuşmaya devam ederken. Zühre’nin yanına gelir. Saçlarını okşar. Konuşuyordur.)
O güçlü Mikail yeni doğmuş bir ateşin çırpınışları gibi titriyordu. Ama düşmüyordu. Düşmüyordu Zühre! Bu ne, dedim ona. Aşk, dedi. Zikri ile ay ve güneşin yerini değiştiren Mikail, cılız bir sesle. Su bile balkımazdı o sesle Zühre! Çünkü aşktı o. Neden, dedim. Olmazsa olmayacak,dedi. Anlamadım. Acıyla tebessüm etti Mikail. Gerisin geriye arkasında ateş izleri ve karanlık acı noktaları bırakarak yoluna koyuldu. Külü takip ettim. Onun izini. Buraya, dünyaya geldi. Adem uyuyordu. O küçük ışığın birazını göğsüne bastı. O gün denizlere inilti verildi. Adem’in yanından Havva’ya gitti. Onun da uyuyan göğsüne kalan ışığı bastı. O gün ormanlara uğultu verildi Zühre. Ve kanatları tekrar şahanlaşan Mikail bir anda kayboldu…. Küçüğüm, ben kendimi o acıyla tecrübe ettim. Başaramadım. O daha duyarlı bir varlık içindi. İnsan içindi. Ama insanlar da başaramadı. Şimdi tek bir şansları var, evet. Ve bunun için birimizin feda edilmesi gerekiyordu. Ah, Zühre’m! Ne güzel bir yıldızdın sen!
(Bir süre susar. Zühre’nin saçlarını son kez okşadıktan sonra varsayılan pencere yaklaşır. Pencerenin önüne geldiğinde) Mikail!!
(Mikail arkadan girer.)
MİKAİL: Buradayım.
CEBRAİL: (Ona dönerek) İşe yarayacak mı?
MİKAİL: Yaramazsa hepimiz ateşin tadına bakacağız.
CEBRAİL: (Daha vurgulu) İşe yarayacak mı?
MİKAİL: Bilmiyorum.
CEBRAİL: Yapalım.
(Cebrail, Mikail’le Zühre’nin uyuduğu koltuğun önünde buluşur. Mikail avuçlarını açar. İki solgun ışık parçası belirir. Birini Cebrail’e uzatır. )
CEBRAİL: Sen insana.
MİKAİL: Artık o da bir insan.
CEBRAİL: O Zühre!
(Mikail çıkar. Cebrail ışık parçasını Zühre’nin göğsüne basar. Bir süre öyle kalır. Gözleri kapalıdır. Doğrulur. Sahne Zühre dışında kararırken çıkar.)
CEBRAİL: (Dış ses olarak) Adem ile Havva kırk bir gün uyudular ve uyandıktan sonra göğüslerinde yanan alevle kırk bir yıl birbirlerini aradılar…Zühre, affet bizi…
(Sahne kararır.)

Perde 2
Sahne 2

(Ferzan’ın evi. Zühre uyuyordur. Sahne aydınlanır. Ferzan sahneye girer.)
FERZAN: Amma uyumuşuz. (Zühre’ye bakarak gülümser.) Zühre! Zühre!
(Zühre kıpırdanır.)
FERZAN: Haydi kalk! Ooo öğleni geçmiş sanırım güneş. Batmadan bir şeyler yapmalıyız. (Zühre uyanır. Kendini toplamaya çalışır. Göğsünü ovuşturur.) Bir şeyin mi var? İyi misin?
ZÜHRE: Hayır. Sadece biraz ağrıyor.
FERZAN: (Zühre’nin ayakucuna gelir oturur.) Emin misin? Yani sadece ağrıdığına.
ZÜHRE: (Derin şekilde Ferzan’a bakarken teklifsizce Ferzan’ın yanağını okşar.) İyiyim.
FERZAN: (Zühre’nin yanağında dolaşan elini tutar avuçlarının arasına alır.) Korkuttun beni. Ama sıcacıksın. Bu iyiye işaret.
ZÜHRE: Evet. İyiyim. Bir şeyler yapmaktan bahsediyordun.
FERZAN: (Zühre’nin yanındaki koltuğa geçer. Alaycı.) Hmm. Düşünelim. Sinema salonu savata yıkıldı. Zaten eskisi gibi iyi filmler de yapmıyorlar. Hepsi aynı. Cinayet, sapıklar, ölümler, zombiler filan. Ama şehrin yukarısında bir park var. Oraya gidebiliriz aslında.
ZÜHRE: Park mı?
FERZAN: (Pişman) Ah, evet. Park olmaz. O zaman diğer katlardan takas edecek bir şeyler bulayım. Günümüzün eğlencesi takas ve kahvaltı olsun. Ne dersin?
ZÜHRE: Peki.
(Ferzan sahneden çıkar. Az sonra sesler duyulur belli belirsiz. Bir kalabalığın uğultusu.  Yaklaşır. Ses netleşmeye başlarken Zühre varsayılan pencereye yaklaşır. Ferzan da sahneye girer. Meraklıdır. Birbirlerine bakarlar. Perdeyi açarlar. Sesler nettir.)
KALABALIK: Kurtuluş! O bizimle!
(Ferzan mutlulukla gülümser. Zühre’ye bakar. Kalabalığın sesi devam ederken)
FERZAN: Dememiş miydim sana! İşte! Ne olursa olsun bizi kurtaracak! Haydi Zühre, onlarla birlikte gidelim!
ZÜHRE:  Ferzan sana bir şey söylemeliyim.
FERZAN: (Telaşlı sağa sola koştururken) Haydi, yolda söylersin Zühre! (Zühre’nin yanına gelip omuzlarından kavrar) Her şeye seninle yeniden başlayabiliriz Zühre! Anlıyor musun beni!?
ZÜHRE: Anlıyorum.
FERZAN: Haydi onlarla gidelim! Artık bitti! Kurtulduk! (Koltukların yanına gider. Arkalarına bakar) Ceketim? Ceketim nerede?
ZÜHRE: İçeridedir.
FERZAN: Ah! Evet ya!
(Ferzan çıkar. Zühre hızla pencereye doğru gelir. Biraz eğilerek elini alnına siper ederek ileriyi gözler. Bir anda korku dolu bir ifade ile geri çekilir.)
ZÜHRE: Olamaz!
(Ferzan girer. Zühre kendini toplar.)
FERZAN: Haydi Zühre! Gidelim!
ZÜHRE: Ferzan, gitmeyelim..
FERZAN: Delirdin mi? Bunu bir daha göremeyeceğiz! Ve, ve bu bizim kurtuluşumuz!
ZÜHRE: (Sıkıntılı) Ferz—
FERZAN: (Üzgün) Benimle kalmak istemiyorsun. Seni anlıyorum. Oysa ben, şey diye düş—
ZÜHRE: Seninle kalmak istiyorum! Bu yüzden gitmeyelim diyorum Ferzan. Beni anl—
FERZAN: Senelerdir bunu bekliyorum. Gökten gelecek ve bizi kurtaracak. İşte, o gün bugün Zühre! Kurtulduk! Seni endişelendiren şey ne?
ZÜHRE: Bu sandığın şey değil.
(Ferzan pencereye doğru yaklaşır. Kalabalığı işaret eder gibi seyircileri işaret eder.)
FERZAN: Bak şunlara! Kimi ne zamandır bodrumundan çıkmamış. Şuna bak, evet, baksana. O bir doktormuş, onu tanıyorum. Birkaç kere takas yaptım. Diğeri bir avcı. Ah, şuna bak, bu kadar yaşlı bir kadın bu konuda yanlıyor olamaz! Haydi gel!
(Çıkışa doğru birkaç adım atar ve Zühre’ye elini uzatır. Zühre bir an kararsız kalır. Neden sonra Ferzan’ın elini sıkıca tutar. Çıkarlar. Sahne kararır.)

Perde 2
Sahne 3

(Sokak. İnsanlar. Kalabalık huşu içinde sessiz. Bir deve bakar gibi biraz yukarı bakıyorlar. Arkalara doğru Ferzan ve Zühre elele. Ferzan heyecanlı. Zühre endişeli. Güven vermeyen bir ses. )

DECCAL: (Dış ses olarak) Biat edin! İman edenler yaklaşsın!
(Kalabalığın bir bölümü ellerini önlerinde bağlar, başlarını eğerek huşu ile sahneden çıkar. Ferzan da gitmek ister. Ama Zühre elinden sıkıca tutuyordur. Onu geri çeker.)
DECCAL: (Dış ses olarak) İman etmeyenler acı ve kederde ilk olacaklardır!  Ben sizin tanrınızım! Bu size ikinci uyarımdır! İman edenler yaklaşsın!
(Kalabalığın bir bölümü daha gider. Ferzan ve Zühre dışında iki kişi kalır. Ferzan yine ileriye doğru atılır. Zühre ağlamak üzeredir. Ferzan’ın elini bırakmaz.)
FERZAN: Neden?
ZÜHRE: (Ağlamaya başlar)  Gitme!
FERZAN: Neden?
ZÜHRE: (Hala ağlıyordur) O bizim tanrımız değil ve…ve ben..
FERZAN: Ne! Saçmalama Zühre! İyi misin? Ellerinde alevden güneşler ve okyanus gezdiren devasa ve bu kadar güzel kaç varlık gördün? Bu ancak tanrı olabilir! Ben gidiyorum!
(Zühre izin vermez. Ferzan kurtulmaya çalışır. Başaramaz. O sırada arkadan bir kalabalık sahneye girer. Ve diğer taraftan çıkar.)
ZÜHRE: (Ağlayarak) Seni seviyorum!
FERZAN: Bunun için son şansımız! Sevgimiz için!
ZÜHRE: (Arkadan bir güruh daha sahneye girer ve Ferzan ve Zühre’yi aralarına aldıkları anda) O tanrı değil Ferzan! İnan bana!
(Güruh geçerken Deccal bir çağrı daha yapar.  – iman edenler yaklaşsın!- Zühre’nin sözleri sönük bir fısıltı gibi duyulmaz. Güruhun sonuna doğru Ferzan Zühre’nin elinden kurtulur. Zühre üzüntü ile öne bir adım atarken sendeler.)
FERZAN: (Çıkışa doğru giderken geri adımlar atarken) Cennette seni bekleyeceğim Zühre!
(Zühre dizlerinin üzerine çöker. Sahne Zühre dışında kararır. Işık Zühre’dedir. Hıçkırarak ağlayan Zühre göğsünü tutar. Yüzü acıya döner. Derin, göğüs kafesini patlatırcasına sesli nefesler alır. Birkaç nefesten sonra – ilk sahnedeki çığlığından daha acı ve etkili – bir çığlık atar. Sahne kararır.)

Perde 2
Sahne 4

(Sahne boştur. Işık sahnenin önünde. Zühre sahneye girer. Işığa gelir. Yukarı bakar.)
CEBRAİL: (Dış ses olarak) Bu kuyu. Cinham. Yusuf’un kuyusu değil Zühre. Bizi affet. Benim kuyularım da değil. Bu kuyular, cehennem..bizi affet..
ZÜHRE: ….
CEBRAİL: (Dış ses olarak) Zühre?
ZÜHRE: …..
(Neden sonra Zühre)
ZÜHRE: Cebrail. Beni duyuyor musun?
CEBRAİL: (Dış ses olarak) Evet. Affet bizi Zühre!
ZÜHRE: Neredeyim ben Cebrail?
CEBRAİL: (Dış ses olarak) Dünyada.
ZÜHRE: (Acı bir gülümseme ile) Dünyada…
(Zühre sözünü bitirir bitirmez arka sahneye insanlar girer. İşkence görmüş, acı çekmiş insanlar. Zühre onların acı iniltileri ile geri çekilirken)
CEBRAİL: (Dış ses olarak) Olamaz!!
ZÜHRE: (Acı çeken insanların yanına gittiğinde bir şeyi bekler gibi durur. İki yanında koltuk altlarından şeytanların tuttuğu Ferzan getirilir. Ferzan ve onu getiren şeytanlar sahneye girdiği anda) Melekler nimbüslerden bize bakıyor değil mi Cebrail. Bakıyorlardır. Onlara söyle, aşk öyle bir şey ki; o,  Deccal’in kucağına koşarken siz inancınızı tükürürsünüz. Cebrail, şunu unutma, aşk dünyayı değil sadece iki kişiyi kurtarır. (Yerde yatan Ferzan’ı kaldırır) Evimize gidelim. (Sahneden çıkarlar. Sahne kararır.)

                                                                 SON

PES!!

Son günlerde ortalık toz duman.
Dersane gibi bir ticarethane bir iman meselesi addedildi. Cemaat neredeyse “dersaneyi savunmayan müslüman değildir” diyecek.
Bazı üst kademelerinden kişiler bunu bana açıkca söylemiş olsa da şimdilik yeri değil kim olduklarını söylemenin.
Mesele çok farklı bir hale geldi.
Başbakan’ın oldukça sakin “izahat”inden sonra ortalık iyice karıştı.
Dün gece sevdiğim bir abime de ilettim bu karmaşa ile ilgili açıktan söylenen şeyleri. Biz biliyor olalım dedim soralım dedim.
Sonra uzun uzun düşündüm. Durumu ilettiğim abiye “bu dünyalık meselenin içine bizi de çekiyorlar” dedim ve ilettiklerimi yok saymasını rica ettim. Bu ricamın arkasında karşı tarafta – en azından – tabanında bir masumiyet olduğunu düşünmem yatıyordu. 
Ne varki Cuma namazından sonra karşımdaki görüntü, duyduklarım ve inanmakta güçlük çektiklerim “cemaatin tepesinde hesaplar yapanların” amaçlarına ulaşmak için daha önce aldığım duyumları olumlar şekilde “ellerinden geleni artlarına koymayacaklarının” bir göstergesiydi!
Daha önce neler duydum da bir saat önce gördüklerim ve duyduklarımla nasıl birleşip beni “aradığım masumiyet nedeniyle kendi kendimi suçlar hale getirdi” peki?
İsimleri burada zikretmeyeceğim. Ama gereken yerlere gereken şekilde de ileteceğim.
Bundan yaklaşık 2 ay önce Ege’de “ekstra” toplantılar yaptı cemaat. Bunlarda her zamanki “ağa-bey”leri konuşmadı. Bu bir dizi toplantı “seçilmişler” ile “etkisi geniş”lere yapıldı çünkü. Bu toplantılara “Zaman gazetesi temsilcisi” sıfatı ile “birileri” geldi “dışardan”.
“Ak parti ile ipler koptu” cümlesi bu toplantıların ikisinde net olarak geçti. İki yerden biri Türkiye’nin sektörel olarak motor şehirlerinden biri. Hala kolaçan etmeye devam ediyorum ve bazı “hacı” amcaların nasıl bir “söylem evrimi yahut ‘darbesi’ geçirdiklerini” hayretle duyuyorum. 
Peki ben bu bilgiyi nereden,nasıl mı elde ediyorum?!
Cemaat’in buradaki ileri gelen iki kişisinin ağzından! Onlara itibar etmiş olmama rağmen birkaç yere gidiyorum, oradan da aynı tepki!
Başbakan’ı yere göğe sığdıramayanlar “bir gecede çarketmiş”! Emre Uslu’nun bahsettiği ahlak bu sanırım!
Kadrolu olduğu bilinen “hacı” amcaların tavırlarını yokluyorum! Kahrolsun Tayyip havalarında!
Sonra MEB’in ülke geneli deneme sınavında cemaat okulunun öğrencilere “boş bırakın yanlış yapın, bizi kapatacaklar” telkini yaptığını duyuyorum! Bunu birebir orada öğrenci olan çocuklardan duyuyorum hem de!
Küçücük çocuk okulumuzu neden kapatacaklar, diyor! Cemaat tüm silahları kuşanmış! Yalan ve duygu sömürüsü dahil!
Geldi mi art arda gelir derler ya, aynen öyle!
Cemaatin insanlara anlatılması için bayan toplantılarındaki tavrı pat diye açığa çıkıyor! Belgeler filan! “Türkiye’nin kaderine aldırmadan biz yolumuzda yürürüz, hizmete devam ederiz. İpler zaten kopmuştu. Bizi devletten tasfiye ediyordu Tayyip!”
Vay vay vay! Cemaatin derdi hizmet filan değil! “Esnafı”nı korumak! “İki Dükkan”ı da açık tutmak!
    Bunları kim söylemiş, kim kimden nasıl aktarmış, neymiş bu belgeler; ilgili kişiler bilecektir zaten!
Yukarıda belirttiğim gibi aslında bunları böyle dillendirmeme kararı almıştım dün gece. Ortada bir fitne vardı kesin. “Dünyalık” bir fitne vardı! Bu karmaşaya dünyalık yönünden  taraf olmamak için ilmi sorular sordum çoğunlukla bu süreçte. Onlara da cevap alamadım.
Ama yine de düşündüm, Allah’tan beni hayra sevketmesini istedim. Dedimki “tabanın ne suçu var”. Vazgeçtim bunları ifade etmekten ama Cuma namazından sonra anladım ki tabanın da suçu büyük!
Suçları ne mi?
Cahillik.
“İslam davasına engel olma” ithamını kendime karşı hakaret kabul ederim. Bana karşı bu söylenmiş olsa yazı yazmam. Ama ülkenin karınca kararınca bile bir şeyler yapmaya çalışan Başbakanına tabanın bakışını buhale getirdilerse suç sadece “tepedekilerin” değildir!
Sorunca bu tabanın % 60′ı Papa ile “kardeş-arkadaş” olmak istemiyor ama İslam davasına engel olarak Başbakan’ı görüyor!
Pes be “ağalar, beyler, efendiler, hacılar, çeyrek takvalı bademler” pes!

Emre Uslu’nun “okulları”…

          Emre Uslu bugün “okul”lar ile ilgili bir yazısında “dersanelerin kapatılması yaygarasını devletin okullarını” kendince yerden yere vurarak “okul olsalar ne olacak” hattına taşıma gayretinde. Emre Uslu’nun devletin okullarına olan eleştirileri çok flu ve adeta “batı merkezci bir çeyrek entelektüelin” aşağılayıcılığı içinde.
          Yazının okullarla da bir alakası yok aslında! Yazı tamamen bir ad hominem! Siyasi yalpalanmaların okullara mal edildiği ilk birkaç satır sonrasında sanırım Emre Uslu’da farkına varmış bunun ve “çarkedip” araya birkaç müphem okul eleştirisi(!) eklemiş.
          Uslu’nun yazıyı yazarken gösterdiği “kriminal” tavrını artık başka devletler için icra ettiğini düşündüğüm “polis”liğine veriyorum. Uslu’nun pedagoji, bilim ve devletin yükümlülüklerinden anlamadığını söylemeden edemeyeceğim yine de.
         ”Bu ülkede okullar, aydın ve yazar takımına bile, doğruya doğru, eğriye eğri deme cesaretini öğretememişse” diyor Uslu. Evet bu konuda haklı ama eksik söylemiş. Mesela arkasından şunu diyememiş : aydın yazar takımı dünyanın her yerinde darbeleri militarizm paydasında eleştirirken bizimkiler darbeleri övdü. Mesela ben de şimdi darbe için yol yapıyorum. Yaşasın vesayetli entelijensiya, diyememiş. Çok da “doğrucu” olacaksa önce “niyetini açıklasın” ve sonra buna mukabil doğruyu söylesin de görelim!
          Mesela eğriye eğri diyeceksek Emre Uslu Diyarbekir sürecini ve dersane yaygarasını “KCK-MİT-CIA” kararı paydasına yazmıştı. Kaynak da verememişti. Bu ülkede bilinirki yıllardır bir karalama yapacaksanız “güvendiğim bir kaynağa göre” dersiniz. Eğer bu kaynak size bu bilgiyi bu minvalde aktarıyorsa sizinle niyeti aynıdır. Gelin “cesaret” ve “doğruluk” içinde kaynağınızı açıklayın. Hani okullar eğriye eğri doğruya doğruyu öğretmiyor diyorsunuz ya, siz öğrenmişsiniz anlaşılan! O zaman buyrun, bekliyoruz!
          Ama şu “kaynaklarımı açıklayamam” manevrasına sığınmanız muhtemel! Böyle yaparsanız “cesaret”iniz ve “doğru”luğunuz değil, arkadan iş çevirdiğiniz tescillenir, o zaman da cesaret doğruluk kelimelerini savurmamanız gerekir! Ahlaksa buyrun Ahlak!
         Uslu yazısında “askerin dersane açıp, özel dershanelerin kapatılmasına “demokratikleşme reformu” yazmanın utanılacak bir rezalet olduğunu bilmiyorsa” diyor. Dersaneler evet askerin ürünü, haklısınız! Hangi askerin ürünü onu da yazsaydınız! 28 Şubat yazarsanız Mustafa Yeşil size “aferin” çekemezdi sanırım! Ya da hicap sınırları çoktan aşındığı için çekebilirdi de! Ama eleştiri noktanızın en dibinden savuruyorsunuz! Eksik söylemek de “eğri” söylemektir Uslu!
        Postmodern teoride terimsel bir yerinden oynama vardır. Uslu’da retorik olarak bunu yapıyor!
        “Bu ülkede okullar, olgunun algıdan, fikrin ideolojiden ve özgürlüğün güvenlikten daha önemli olduğunu öğretememişse” diyor. Dersane olgusunu mu, algısını mı; okul haline gelme olgusunu mu algısını mı yoksa dersanecilik yaygarası arkasındaki fikrin özgürlüğü mü ?
        Uslu’nun ne dediği belli değil gibi, ama işaret edilen yer belli : tek parti ve darbe ürünü dersanelerin “fikri özgür olacaksa” bu birilerinin “ciğerinin yandığı” darbecilerin fikridir! Güvenlik konusunda da Uslu’ya şaşarım ki sen fikir özgür olsun deyip daha geçen gün milyonlarca Kürdü Diyarbekir babında terörist ilan etmemiş miydin?! O zaman güvenlik ön plandaydı sanırım Uslu için!
         Uslu’nun hamaset ve cehalet ile dolu yazısının en aymaz yeri de öğretmenlere değer verilmediğini söylemesidir. Başbakan’ın açıklamalarını neresi ile dinlediğini de açıklamalı Uslu! 
        Ve son olarak bu ülkenin okullarında okuyan Uslu bunlardan sıyrıldığını  - ABD’de temizlendiğini – eğriye eğri doğruya doğru deme cesaretine sahip olduğunu sanıyor! Ama o eğri sandığını söyleme eğriliğinde! Doğruyu söyleyecekse yukarıda belirttik, buyursun söylesin!
        Ama boş bahanelerin arkasına saklanacaktır! Uslu ve Uslu gibiler okul eleştirisi gibi sundukları bu “siyasi-ahlaki eleştiri noktasının en dibinden” ahkam keser! Cemaatin abilerinden “aferin” alır, “belirsiz kaynakları”ndan daha başka şeyler!
       Sonra kendi eğriliğinin asıl nedeni olan darbeci eğitim için darbe ruhunu kotarmaya girişir! Onu değiştirmeye çalışana da ancak iftira atar ve hakaret eder!

Dervişin Günlüğü (öykü)

Ramazan evvel mübarek üç aylardan Şaban’ın ifasında idik ki, sene garp hesabıyla sekiz yüz seksen’i söylerdi; şehr-i İstanbul’da avarelik ile Allah’ı meşk ederken hüthütlerin ötmediği, külhanların gezmediği, zabitlerin karakollarda pineklediği, aç mezarlarında karın gurultusunun yankılandığı, kulamparaların iniltileri ile gecenin renginin şaştığı bir gece Haliç kıyısından Sarayburnu tarafına dalmıştım. İlahi nazarın yerle göğü zamanında birbirinden nasıl da ayırdığını ve ufukta her nasıl yapıyorsa birleştirmeyi de becerdiğini; günün ardından gelen gecenin ve gecenin ardından günün nasıl hiç şaşmadan geldiğini düşünerek her zaman yaptığım gibi Allah’ın varlığını ve birliğini şahitlikle tevhit ediyordum. Vakit vakte ererken düşüncem sırra kelam oluyor, dilimde ahsensi bir tatla kelamullahı zikrediyordum. Semada günle gece oynaşıyor, renkler aladan karaya karadan alaya giderken bulutların içinde meleklerin kanatları hareket ediyordu. Rahmet gökten inmeye başlarken
kandil ışıkları zayıflamıştı. Namazda kıraat üzere durur gibi edepte ihlas ederken aynıma vuran bir sade şavkın beni cennet şualarına kablettiğini sanıp secdeye varmıştım. O ki şuanın ardı sıra gelen cezbenin esrarını anda bir sesle yitirmesi ile secdedeki alnımı kaldırınca ışığın gelip gelip gittiğini, her gelip gidişinde de o küçük patlama sesinin yankı bulduğunu anladım. Cezbimin sırrı yitmiş, şuanın esrarı aklımda yer etmesine etse de rahmetle belenmiş sandığım şavkın insan eli bir meretten çıktığını anlamıştım. Lakin kıyıdan kıyıya geçmek imkansız olduğundan peşine gitmeyip hanım, hanem, dergahım olan beyhude işlerin işçilerinin toplandığı harabeme döndüm ki aklımda şavkı yayan meretin ne olduğu ve onu idare edenin kim olduğu merakıyla saman yatağıma yattım.
İkindi vaktiydi ki miskin hülyalarımda şavkın meretine binmiş yedi diyarı yedi nefeste gezer halde bulduğum kendimi günahkâr düşlerimden akan damın damlalarından ıslak esvabımla uyandırdım. Kömür ocağı başında süpürge otundan ekmek ve keçi peyniri yerken kuruttuğum esvabımı akşam ezanından sonra giyip Haliç’e yollandım. İki ecnebi gemisinden inen yüke hamallık edip aldığım mangırları sandalcılara okuyup Sarayburnu’na geçtim. Şavkı, mereti, adamı bulacaktım. Beni dağ gibi muhabbetimden edip de insan eli bir putun önünde secdeye götüren şeyi bulacak, Kâbe’yi temizleyen Ashap gibi ben de hem Allah nazarında bilmeden de olsa eğildiğim puttan İslam şehri İstanbul’u temiz edecek hem de günahımı affettirecektim. Hışmımla gezindiğim leb-i deryada gece gelmişti. Kandilcileri zabitler, zabitleri külhanlar art etmişti ki vakit arzın oynaşmasına başladığı vakte erince gözlerimi ferlemiştim. Kandiller ahenkle oynaşan ala kara gök altında kısık gözler gibi kaldığı vakit şavkın ardından gelen küçük sesi duyunca kurtlar gibi bekleyip sesin yönüne dalmıştım. Ses geldikçe adım atmış, adımladıkça sese yakınlaşmış, yakınlaştıkça da Gülhane üzerindeki Sultan meydanında yanıp sönen şavkı kestirir olmuştum. Tırıs ayak, duvar diplerinden gide gide meydana vardığımda göz gözü görmez ala karanlıkta şavkın geldiği yeri görmek maksadıyla sote bir yere çömelmiştim.
Bir ak bir kara, anda ve biteviye ardı sıra anlarda şimşek gibi çakan şavkın yerini çözemedim önce. Biraz daha ileri, meydanın iç yanında kalan esatir vakitlerinde dikildiği rivayet edilen taşın oraya seğirttim. Şavk taşın sağ yanından patlayınca oraya seğirttim. Frenk işi esvabıyla temiz yüzlü Rumi adamın bir elinde tekerlekli üçayak üstüne oturtulmuş ucunda körüklü bir gözü olan koca bir sanduka, diğer elinde de sandukaya bağlı şavkı veren; şavk verirken de duman çıkaran, parlak oyuk bir demirden yuvanın içine gömülmüş ne menem bir şey olduğunu bilmediğim bir alet vardı. Rumi adam ben onu gördüğümde beni görmedi. Şavk her alevlenip söndüğünde sandukadan kalınca bir tabaka çıkarıp sandukanın yanına astığı bir keseye bırakıyor, sandukanın öte yanından da başka bir tabaka alıp sandukaya koyuyordu. Rumiyi beş şavk kadar takip edip ne yaptığını belledikten sonra Ayasofya’ya döndürdüğü meretin bu kutsal yere bir zarar vereceğinden korkup meretle adamın üzerine atıldım.
Hem adamı hem de bu insan işi putu yere yıkıp Ayasofya camiini kurtarmıştım. Rumi altımda ezilirken onu sardığım kollarımdan kurtulmaya çalışıyor, bir yandan da Frenk dilinde bir şeyler söyleniyordu. Ruminin kaçmasına izin vermeden onunla birlikte ayaklanıp zabitlerin gelmesini istemediğimden sessize ne yaptığını sordum. Üzerine yıkıldığım adam temizlenirken resim, dedi. Resim ki kâğıda, cama, porselene boya ile yapılır diye biliriz, dedim. Şavkı sordum. Işık, dedi. Işık olduğu aşikâr, ne ışığı, dedim. Gece güneş yoksa gündüz güneş azsa ışıkla yapılan resme çıraklık eden ışık, dedi. Güneşin yerine, deyince aşk ettiğim tokatla yere yıkılan Rumi’ye insan eli bir meretin Allah’ın marifeti alası olan güneşin yerine nasıl geçebileceğini, bunun olsa olsa putçuluk, şirk olacağını söyledim de ayağa kalkarken elini uzatıp ismini bahşetti nazikçe. Carlo efendi, Carlo Naya efendi. Meretin ışığını patlattığı kuytu köşeden Carlo Efendi’yi kandillerin ışığına doğru çekince, yaşlı bir ecnebinin üzerine atladığımdan ve efendinin nezaketinden utanmış halde Rum zannı ile tekmelediğim putçu Carlo efendinin nezaketine mukabele edip ne ettiğini sordum. Hiyel işinin son muamması olan bir resim makinesi ile şehri İstanbul’u resmettiğini söyledi. Tahayyülümdeki esrar hiyel işleri ile alakalı bu meretin şeytaniliği hususundaki fikrimi aklımda illa derecede depreştirmişti. Carlo efendiden af dilemeden bana neyi nasıl yaptığını anlatmasını istedim. Efendi göğe bakıp sabahın geldiğini, yakında bir handa seher serinliğini atlatırken anlatabileceğini söyledi. Eminönü’ndeki şuruphaneye inip hancıyla bir açtığımız kapıdan girdik. Hancı hanı derlerken efendi ve ben köşede, sinik bir masada yayıldık. Efendi yediği silleli tokadın yangını ile kızaran yanağını hala okşarken ben yanımızda getirdiğimiz merete baktım uzun uzun. Hancı masaları halledip sabah çorbaları ile şurubu hazırlayıp içerden gelene kadar tek laf etmedik. Yanımıza sokulduğunda masaya dayanmış merete merakla bakan hancıya şurup söyledik. Hancı içeri gittiğinde efendiye başlaması gerektiğini, geçen gece başıma gelen olaydan ötürü tövbe istiğfar etmeden önce nasıl bir putla şeytanın hilesine geldiğimi bilmek istediğimi söyledim. Efendi başıma geleni sordu. Anlattım. Güldü. Kızdığımı anlayınca meretin adının yaptığı işten geldiğini söyleyip başladı anlatmaya.
Esatirin lisanından ışık demeye gelen fotos kelamı ile çizmek yazmak manasına gelen grafa kelamından soy etmiş bir iş yapan meretin adı fotoğraf makinesi imiş. Güneşten gelen ışıklar bize değer bizden dönermiş ki bu da bizim gözümüzde bir noktaya gidince bizim eşyayı görmemizi sağlarmış. Bu esemenin fiilinden mübalağa edilerek işe dökülmüş bu hiyelin hiylesi de insan tabiatında Allah izni ve işi ile olan bu halden tercüme edilmiş. Gözün gördüğünü akıl nasıl okur ise bu meret de körüklü gözden giren ışıkla eşyayı o tabaka tabaka gümüşe okutuyormuş. İnsan taklidi bir şey. İş ve hal buymuş. Carlo efendi nafakasını bu işle kazanırmış. Elalem mangır verir Carlo Efendi de onların ışığını bu tabakalara okuturmuş. Tabakaya okuttuğu ışığın izlerini kâğıtlara kopya edermiş. Gümüşten hak edilmiş tabakalar iyot denilen simya işlerinde kullanılan bir tozun buharına tutulurmuş. Sandukanın içine konulan bu gümüş tabaka sandukanın gözünden giren ışıkla eşya Karagöz ve Hacivat’taki gibi siyah beyaz halde tabakada çıkarmış. Tabakaya sindirilmiş kâğıtlara düşen ışık ve gölge sayesinde bu fotoğraf denilen iş olurmuş. Oyuk demirin içine oturtulmuş ışık veren meret de
körüklü gözden giren ışığı canlı tutmak, tabakaya giydirilmiş gümüş simyalı kâğıdın üzerine düşecek resmi sağlam etmek için patlarmış. Gayri Müslim memleketlerinde bulunmuş bu hiyel aleti ile insanın unutup gideceği nice an hiç bitmeden öylece tutulabilecek, insanlar o vakti görmek istediklerinde çok çok uzun zaman sonra bile ellerindeki bu resimlere bakarak o anı tekrar edebileceklerdi Carlo efendiye söylediklerine göre.
Haşa huzurda bu sözlerle kainatın kurallarına karşı geliniyordu. Zaman gelen ve geçen bir işti. Hayat zamanla bir ve bir yerden sonra zamandan hürdü. Ancak ölüm bizi zaman denen mefhumdan ayrı tutardı bizim bildiğimize göre. Allah-u Teala da zamanı evreni yaratırken ahirete bir düğüm olarak koymamış mıydı varlığın içine. Bir an’ı o anda sonsuz kılmak sadece Allah’a mahsus bir sıfattı. Hakikat bende idi, merette şeytanilik vardı. Havsalamın almadığı işler görmüş, bilmek için çıraklık edip öğrenmiş; haktan helalden mi yoksa haram ve günahtan mı olduğunu bilmek üzere aslını astarını bellemiştim. Mamafih bu işi anlamak için daha çok zahmete gerek yoktu. Şirk, inkar ve şeytan bu işin her yerindeydi. Fikrimi zikretmiş, Carlo efendiye bunların inancım tarafından reddedildiğini söyleyip kalkmıştım. O vakit Carlo Efendi beni uyarıp, işin şeytani yönünün bu kadarla kalmadığını söyleyince ona dönüp dahasını bilmeye hacet olmadığını söyledim. Şuruphaneden çıkıp, ilk sandalla karşıda Karaköy’e oradan da tabana kuvvet Kemankeş ocağı yanındaki harabeme gittim.

 http://kemallevent.wordpress.com/page/4/